Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
29 Nisan 2022 Cuma
Gurabahane-i Laklakan - Ahmet Haşim
Şeytanla Konuşmalar - Hilmi Ziya Ülken
Aynı Goethe'nin Faust'u gibi şeytanın kahramanın yanına gelmesiyle başlar. Faust' taki gibi burada bir yoldan çıkarma değil de sohbet söz konusu. yazar ya da kitabın kahramanı felsefe, edebiyat, tiyatro, resim, şiir, tarih vs. hakkında düşüncelerini bu sohbet yoluyla anlatıyor. Bir çok tarihi olay ve kişilerden söz ediliyor.
İlk sayfadan beni saran kitap sonrasında sıkılmaya sevk etti. Belki de Faust'un gölgesinde kaldığını düşünmem buna sebep oldu. Değerli sosyolog, felsefeci Hilmi Ziya Ülken'in "Şeytanla Konuşmalar" kitabı okunası kitaplar içinde bende yerini aldı diyebilirim.
"Şeytan diyor ki: Sözün kısası: ben şu insanlara üç şey hediye ettim: delilik, yalan ve fazilet."
" Şeytan yeis demektir. Ben yalnız fenalıkları görür ve gösteririm."
"Hâdiseler kötü gidince kusuru kendiniz de bulacak yerde; kadere, Allah'a, talihe yumruk sıkarsınız."
"İnsanlara şehveti ben öğrettim, aşkın, içkinin, kumarın, altının, debdebe ve tantananın, şöhretin, hiç bir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedî olmak rüyasının sarhoşluğunu ben tattırdım."
"Neden fukara şeytanın da doğru sözlü, samimi olacağına bir türlü inanmazsınız?"
"Kitapları seviniz! Sarhoşun içkiden nefret ettiği gibi ondan kurtulmaya çalışmayın. Ben Aristo'yu, Ciceron'u, Eflâtun'u ve Lucrece'i okurum. Onların hepsini ayrı ayrı yaşarım; hiçbiri bana hükmedemez. Beni ne çileden çıkarır, ne sarhoş eder, ne de hiddetime sebep olurlar. Bir şarap degustateur'ü gibi hepsinin lezzetine bakarım; bana her biri ayrı zevk verir; ayrı bir dünyanın kapısını açarlar."
27 Nisan 2022 Çarşamba
Benden Selam Söyle Anadolu'ya - Dido Sotiriyu
“Ekimle kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin ambarında biraz
para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti bu; yalnız Rumlara emanet ediliyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden ayrı, düşük evsaflı incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini, Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere küçük sandıklara yerleştirmekle görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu ...
Aydın' dan ilk incirleri getiren
trenler, defne·ve mersin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda istasyonuna
girince askerler selama durur ve kuru sıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine
yeni sikke keserdi hükümet. Yeni sekiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler
kaplardı piyasayı...”
Bu satırlar
1909 yılında Aydın’da doğmuş Rum yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle
Anadolu’ya” özgün ismiyle “Kanlı Topraklar” adlı 1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan dostluk ödülünü
alan kitabından.
Yüzyıllardır
dostça, kol kola yaşadığımız Rumlarla nasıl kanlı bıçaklı olduğumuz, nasıl gözümüz
dönmüşcesine birbirimize kıydığımız, romanın kahramanı Manoli Aksiyotis adlı
çocuğun ağzından anlatılıyor. Köylünün binbir emekle yetiştirdiği ürünü ucuza
kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları, kabadayıları
ile Aydın ve İzmir‘i tanıyoruz. Efes yöresinde şu anda ismi Şirince olan ve o
yıllarda Aydın vilayetine bağlı Kırkıca'da yaşayan Manoli Aksiyatis bir Anadolu
Rum köylüsüdür. Komşu Türk köyleriyle gayet kardeşçe yaşayıp giderken önce
Balkan Savaşlarıyla sonra 1. Dünya Savaşı ve nihayetinde Kurtuluş Savaşı'yla
biten dostluğun hikayesidir anlatılan.
"İki halk
aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne
onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan!" Peki ne oldu da kardeşçe yaşayan bu halklar
birbirine kıymak zorunda kaldı? "Bütün bunların altında gizlenen şey nedir
biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani, Anadolu'nun el
değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!" Kitaptaki kahramanlardan Nikita'dan
duyduklarımız duruma gayet açıklık getiriyor. Dağılmak üzere olan Osmanlı'dan
her güçlü devlet bir pay almak istiyor ve bunu da milliyetçilik duygularını
kabartıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanları maşa gibi kullanarak
yapıyorlar. Anadolu'nun ticaretine daha hakim olan Rumlar ve Ermeniler
üzerinden kanlı oyunlarına başlıyorlar.
Çağdaş Yunan
edebiyatının önemli yazarlarından, özellikle ülkesinde kadın hakları
mücadelesinde ön saflarda yer almış biri olan Sotiriyu, 1909 yılında Rum bir
ailenin kızı olarak Aydın’ın Şirince kasabasında dünyaya geldi. (Şirince,
cumhuriyet döneminde İzmir vilayetine bağlandı.) Çocukluk yıllarını Şirince, Aydın
ve İzmir çevresinde geçirdi. 1922 yılında İzmir ve
çevresinin Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi
nedeniyle, tüm Anadolu Rumları gibi, Sotiriyu Ailesi de, büyük
zorluklarla karşılaştı. Nihayet mübadele ile aile
Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve
ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi
oldu. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk
Derneği kurucuları arasında yer aldı. 2004 yılında hayata veda etti.
Aydın’da geçen çocukluğunu Sotiriyu şöyle
anlatıyor: “Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle
birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak
Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü.
İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı
Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda.
Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında
kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu. 1962 yılında “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı
kitabım yayımlandı. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı.
Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan
tebrik telgrafları aldım.”
Sotiriyu‘nun
romanında asla kaba bir Yunan milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman
bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda; “Bir tek düşman vardır: Düşman,
ne Türklerdir, ne de Yunanlar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen
çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist güçlerinin
Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun zenginliklerini
ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; Önce Almanların
daha sonra da müttefik kapitalistlerin yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.
Kitapta bir
başka dikkatimi ve ilgimi çeken ise o yıllardaki Aydın incirinin, zeytininin ve
üzümünün kalitesinin, güzelliğinin anlatılışı. “…Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durmadan
genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok
meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında.. Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlalarımız
altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizimkiler gibi verimli, dalları
ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl
pırıl zeytinli ağaca başka hiç bir yerde rastlayamazdınız. Yavaş ama sağlam bir
gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir ... köylünün kemerini altında dolduran
incir! Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da bile ün salmıştı
incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi;
Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”
Bizim yeterince
kıymetini bilemediğimiz cennet meyvelerimizin başkalarınca işlenmesi, birinci
sınıf ürünleri Avrupa’ya gönderirken Türk halkının kalanla yetinmesi. Hala öyle
değil mi? Zamanında adına sikkeler basılan üzümümüz, zeytinimiz, incirimiz
şimdi ne haldeler? İtalya, İspanya, Yunanistan zeytincilikte bizi geçmiş
durumdalar. Biz ise zeytin ağaçlarımızın üzerine beton dökmeye devam ediyoruz. Zeytin
ağaçlarının arkasından ağlamak isteyen Aydın-Denizli otoyolu güzergahına bu
hafta sonu bir gezinti yapsın,
Şahnalı’da, Yeniköy’de, Kozalaklı’da cenazeleri kaldırılan asırlık
zeytin ağaçlarının ruhlarına dua etsinler. Daha acı olan şey ise, kesilen
ağaçlarının parasını alan köylünün klavye başındaki bizler kadar bile bu
ağaçlar için çok da üzülmediğini görmek. Sen paranı aldın helalleştin ama o
ağaçlar insanlıkla helalleşmedi. Yazık. Cennet Aydın Ovası. Tarihte ne savaşlar
gördü. En sonuncusuna yenildi. Paraya yenildi. Betona yenildi.
Şöyle
bitiriyor kitabını yazar: “Kardeşler,
dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini!
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam Söyle
Anadolu’ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe
kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”
Ben de yazımı
şöyle bitirmek istiyorum: Eyy! bu
toprakların süsü, binlerce insanımızın gelir kaynağı, Aydın’ın kutsal meyvesini
veren zeytin ağacı! Toprağına beton döktük diye bize garezlenebilirsin.
20 Nisan 2022 Çarşamba
Kürklü Kişi - May Sarton
Kitabın önsözünde yazar May Sarton, "Umarım ki bazı büyükanneler Kürklü Kişi'yi yüksek sesle okurlar, çünkü o, bu niyetle yazılmıştı."
Adsız sansız, bağımsızlığına şiddetle düşkün bir sokak kedisi süregeldiği derbeder hayattan yavaş yavaş sıkılır ve rahat bir yuva karşılığında özgürlüğünden feragat etmenin cazip olabileceği düşüncesi aklında yer etmeye başlar. Birtakım denemelerden sonra karşısına çıkan ev ile sakinlerinin sesi, bu fikrinin uygulanabilir olduğunu gösterir kendisine. Ve işte bu yeni yuvada bir sokak kedisi önce bir Beyefendi Kedi’ye, en sonunda da Kürklü Kişi’ye dönüşür...
“Judy ve ben, [...] 1950’lerin başında birkaç yıl [...] kiralık bir evde oturduk. Judy üniversiteden bir yıl süreyle izin aldığında, kiracısı olduğumuz evi Vladimir Nabokov ve güzel karısı Vera’ya kiraladık. Evde kaldıkları süre boyunca Tom Jones’u el üstünde tutulan bir pansiyoner olarak kabul etmeye memnuniyetle razı oldular. Beyefendi bir kedi için, iyi kalpli Vera ve kedisever Vladimir ile böylesine saygın bir aileye kabul edilmek ne talih! Ve de kedi lisanının Rusçaya tercüme edilmesini işitmek.”
"Bir Beyefendi Kedi, bir insan tarafından sahiden sevildiği zaman bir Kürklü Kişi olur."
"Uygun yoga hareketlerini yaparak kapının önünde yeterince uzun zaman oturulursa kapının açılacağı iyi bilinen bir gerçektir."
"..Üçüncü emre göre, bir Beyefendi Kedi, ne kadar aç olursa olsun, yemeğine hiç telaş etmeden, belli bir mesafeden usulca yaklaşmalı, onu uzaktan koklamalı ve asgari bir metreden, yargısının ne olacağına karar vermelidir. İyi, Orta, Geçer veya Değmez. Verdiği hüküm 'iyi' olursa, yemeğine usulca yaklaşacak, çömelmiş vaziyette oturacak ve bir lokma almadan önce kuyruğunu gövdesi etrafında kıvıracaktır. 'Orta ise', çömelecek fakat kuyruğunu yere uzatmış halde arka tarafta bırakacaktır. Hüküm sadece 'Geçer' ise, ayakta durarak yiyecek ve eğer 'Değmez' olursa, üstünde toprağı eşeleme ve onu gömme törenini icra edecektir."
Hoşgör Köftecisi - Orhan Veli
Orhan Veli'nin öykülerinden oluşan bir kitap Hoşgör Köftecisi. Merak ettiğim ve kısa bir kitap olduğu için okudum ama çok da keyif vermedi. Belki siz seversiniz.
27 Mart 2022 Pazar
Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams
8 Mart 1978’de BBC radyo 4’de saat 22.30’da bir radyo oyunu olarak ilk bölümü yayınlanan bu hikaye zaman içerisinde hiç kimsenin düşünemeyeceği bir efsaneye dönüşmüş. Radyo oyunları o kadar çok ilgi görmüş ki daha sonra bu hikâye kitaplaşmak zorunda kalmış. İlginin büyüklüğü serinin devamlarının da yazılmasına ve 5 kitaplık harika bir eserin ortaya çıkmasına neden olmuş.
Bilim-kurgu, absürt bilim kurgu severler için güzel kitap. Bilim-kurgunun görsel olanını daha çok sevdiğimden konuya tam odaklanamamış olmam yüzünden belki de ben açıkçası kitabı zorlukla bitirdim. Yazar tarafından zorlukla yazılan dördüncü bölümü özellikle.
Benim gibi kütüphanesinde binlerce kitap olan birinde mutlaka olmalıydı diye almıştım ama büyük bir zevkle okuduğum söylenemez. Ama çok seveni var ve kült bir eser. Seri beş kitaptan oluşuyor: Otostopçunun Galaksi Rehberi, Evrenin Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elvede ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız. Ayrıca buradan yazarı değil de özellikle çevirmenleri tebrik etmek isterim. Böyle bir absürd hikayeyi çevirmenin gerçekten zor olduğunu düşünüyorum çünkü.
Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin başında, bir Perşembe sabahıdır ve ortalama bir İngiliz vatandaşı olan Arthur Dent kötü bir gün geçiriyordur. Otoban geçişine yol açmak için evi yıkılmak üzeredir. Buldozerin önüne uzanmak ve tartışmak hiçbir işe yaramıyor gibi görünüyordur. Kısa süre sonra bunun pek de önemli olmadığını öğrenir çünkü Dünya, Vogons denen bazı kötü uzaylı yaratıklar tarafından yok edilmek üzeredir. Görünüşe göre Dünya, yeni bir hiper uzaysal ekspres yolun geçişi için temizlenmelidir. Bu kötü haberlerin taşıyıcısı, Arthur’un her zaman işsiz bir aktör olduğuna inandığı yakın arkadaşı Ford Prefect’tir. Ford, aslında, 15 yıldır Dünya’da mahsur kalan bir uzaylıdır. Bununla birlikte, gezegenin yıkımından kurtulmak için bir planı vardır: Vogon Constructor Fleet uzay gemilerinden birine otostop çekmek. Ve tam olarak da bunu yaparlar.
Bu arada galaksinin başka bir yerinde, Galaktik Başkan Zaphod Beeblebrox yeni, çok gizli bir uzay gemisi olan Altın Kalp’i çalmakla meşguldür. Zaphod, bir kalabalığın önündeki açılış töreninde gemiyi alıp götürür. Yanında, yakın zamanda Dünya’dan gelen bir Dünyalı kız Trillian ve kronik olarak depresif bir robot olan Marvin vardır. Zaphod ünlü (ve muhtemelen tamamen efsanevi) Magrathea gezegenine doğru ilerliyordur. Yolda, beklenmedik bir şekilde, Vogon uzay gemisinden uzaya fırlatılan Ford ve Arthur’u gemisine alır.
Bazı alıntılar ise şöyle:
"Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı. Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kağıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kağıt parçaları değildi."
“Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler.”
Ford Prefect bir an önce bir uçan dairenin gelmesini çok istiyordu, çünkü on beş yıl herhangi bir yerde mahsur kalmak için bile uzun bir zamandı; özellikle dünya gibi hayal bile edilemeyecek derecede sıkıcı bir yerde.
"Zaman bir yanılsamadır. Hele öğle vakti iki misli yanılsamadır."
"Şimdi ölmek istemiyorum! diye bağırdı. 'Hala başım ağrıyor! Cennet'e baş ağrısıyla gitmek istemiyorum, bütün aksiliğim üstümde olacak ve Cennet'in tadını çıkaramayacağım."
18 Mart 2022 Cuma
Abdülhamit Döneminde Sansür - Cevdet Kudret
1977 basımı Karacan Yayınlarına ait kitaptan alıntılarım da aşağıdaki gibidir:
"Evleri basmak,kişileri sürmek, gazeteleri kapatmak, toplantıları yasaklamak vb. gibi eylemlerle otuz üç yıl sürecek ve gittikçe şiddetlenecek olan baskılı yönetim, Abdülhamit'in tahta çıkışından aşağı yukarı bir yıl sonra işte böyle başlamış, toplumun özellikle aydın kesimini kasıp kavurmuştur."
"Abdülhamit devrinde sayısı ve kimlikleri aşağı yukarı bilinen resmi sansür memurlarının yanında, sayısız binleri aştığı anlaşılan ve 'curnalcı' diye anılan gönüllü sansürcüler de vardı...'Gönüllü sansürcüler' diye andığım curnalcılar, sarayca hoşa gitmeyen yazarların, (Namık Kemal, Ziya Paşa, vb) yasaklanmış kitaplarını okuyan ve satanları curnal ederlerdi."
"Sansürün eli yalnız siyaset ve sanata değil, bilime dahi uzanıyordu. Bir incelemecinin anlattığına göre.
Genel tarih yasak, Abdülhamit'in adını ilk harflerini meydana getiren harflerden birleşik bazı kimya ve matematik formülleri yasak; sözgelimi, hiç kimse AH=O yazamazdı; çünkü bunun 'Abdülhamit=0' biçiminde yorumlanması olasılığı vardı...Abdülhamit, memleketteki çok hafif kültür ve öğrenim ışığını söndürmek için her şeyi yapardı."