Bu Blogda Ara

18 Haziran 2018 Pazartesi

Yalnızlık Kime Benzer - Semih Gümüş

Romanın kahramanı, sevgilisi Lal ile yaşadığı bitmiş bir aşkın ardından, bireysel sorunların, geride kalmış aşkın bıraktığı acıların anılarına edebiyat düşüncesi ile bir seyahat yapıyor. Bu düşsel yolculuğuna yalnızlığını paylaşacağı yazarları, Beckett’ı, Paz’ı, Musil’i, Bernhard’ı konuk ediyor. Onlardan alıntılar yapıyor. Kendine yakın bulduğu roman kahramanlarıyla buluşuyor. Bütün bu yazarların ve kurmaca kişilerin izinde kendi yaşamına ait işaretler arıyor. Uzun cümleleri ile biraz sıkabiliyor ancak konu devamlılığı olmadığı için romandan kopsanız da çok farketmiyor. Kitaba roman diyebilir miyiz? Tam emin değilim çünkü bir konu bütünlüğü yok. Yalnızlık teması tam yansıtılamamış gibi. Yazarın eleştici kimliği kitaba olumlu yansımamış. Anlamsız cümleler var. Okuyunca güzel ama anlamsız. Örneğin : "Kara suya yazılı hayallerimize bakınca seçilmiyorsa yüzüm, yazdıklarım geride kalanları silebilir" Ben bir şey anlamadım.

Güzel sözler var kitaptan:

"Uzaktaki sevgili insanı sürekli canlı tutabilir ama yanında olup da uzak kalmak. Şimdi ne birindeyim ne öbüründe"

"Şehrin yalnızlarının uyuyamadığı gecenin içinde insanın dili yalnızca düşünmek için var. Konuştuğumuz gibi yazmıyoruz ama düşündüğümüz gibi yazabiliriz."

"Biz birbirimize aşık olmadan da arkadaş olamaz mıyız ya da iki insan birbirinin sevgilisi olmadan çok güçlü arkadaşlıklarla yaşayamaz mı aşkı?"

"Bu üç duvarı baştan ayağa kitaplık yapmasaydım giremezdim bu deliğe. Bir yaştan sonra, insan kalan ömrünü tek bir odada geçirebilir. Kitaplarımı okuyup düşünerek atlatabilirim bu günleri. Bildiğim kitapları yeniden okuyup notlar çıkarırken bilmediklerimin ilk okumaları için sonu gelmez bir yolculuğa başlayabilirim." (Burada sanki benden cümleler var)

"Mutsuz olmak için gerçek bir aşk yeter insana"

"Ne kadar mutlu olmak istesek de bizden ayrı bir tarih yazılıyor, mutsuzluğun tarihi ve tarih öldürmekten başka ne yapmıştır."

"Yalnızlık insan duygusunun en derindeki gerçeği"

"Yıllar önce alıp okumadığım ne çok kitap var burada. Ne kadar okursam okuyayım, okuyamadığım pek çok kitap kalacak geride. Kim okur onları. Kitaplarım burada ya da orada zihnimde yaşamayı sürdürecek." (burada da benden satırlar var. Ama ben bu kadar kitabımın hepsini okumadan ölmeyeceğim.)

"Yalnızlık kendini bilmektir, diyor Oktavio Paz. Yaşamın temel koşulu, kararsızlıktan  kurtulacağımız  bir sınav ve arınma. Bu yüzden yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, bütün dünyayla yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir."
     Yalnızlık aşka da benzer mi, diye soruyorum ona."

"Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların hissedebileceği, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz, diyor."

"Geç gelen aşkların erken gelen yaşlarda yaşananlardan çok daha güçlü olduğuna inanıyorum, buna sen de inanabilseydin."

"Gözlerin son zamanlarda zorlanmaya başladı. En büyük korkum. Okuyamadığım gün artık ölebilirim." (bu da benim cümlem olabilir. En çok korktuğum kör olmak)

"Okuyup yazdıklarımız insanları nasıl ilgilendirmiyorsa zalimlerin canını aldığı hayatın yeniden eskisi gibi olmasını da hayal edemeyiz."

"Belki de hayvanların acılarını bilmeden yaşamak günahlarımızı bağışlanmaz yaptı."

"Edebiyat marangozluktan başka bir şey değildir. diyor Marquez. İkisi de zor iş. Yazmak neredeyse masa yapmak kadar zor. İkisinde de gerçekle çalışıyorsun, tahta kadar sert bir malzemeyle ve ele avuca gelmez sözcüklerle. İkisi de hile ve tekniklerle dolu. Proust mu demiş; İşin yüzde onu esin, yüzde doksanı alınteri."

"Durgun bir suyun üstüne serilerek rengini  almış yazı, soğudukça kendine kapanır. Beckett neden sonra gitgide çekildi ortadan. Hayattan beklediği azaldı, insanlardan kaçmaya başladığını biliyordu. Yalnızlığı bir yıldız gibi taşıyan yazarlar hep bu yüzden mi dünyadan el etek çekince yazıdan başka bir dünya tanımaz, tepeden tırnağa yaratıcılığa ve yazıya kesen bir kişilik olarak insanlarla kesişmeyen bir koza örerler kendilerine. Onların yazdıklarını dokunarak okumak gerekir."

"Lal, diyorum. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, bir an susuyorum gene. Lal, ben her zaman senin en yakınındayım, yanıma gelmek istediğin zaman gel. İnsan nedir, doğumun ışığı, ölümün ötesi."

"Kitaplığımın en gerekli kitapları bu odada. Dışarı çıkmadan hayatımın sonuna dek kalabilirim onlarla. Yedi yüzaltmış kitap var. Kitapları saymak delilikse. deliliğim bu olsun. Her birini ikişer kere okusam yirmi bir yıl kalmam gerekiyor burada. Belki yetmez ömrüm." 

"O nasıl genç yaşta ölen öldürülen arkadaşlarını düşünüyorsa ben de o yılları bilmeyenlerin, anlatılsa da tam anlamıyla canlandıramayacağı yıllarımızın acılarını, hüzünlerini, benzersiz heyecanlarını düşünüyorum. Aynı onun gibi, güzel hayat nerdeyse biz onu tam yaşayamadığımız için güzel hayaller kurduk. Sonu olmayan hayaller. Paranın hiçbir yerde geçmediği güzel günlerimiz vardı. Şehrin tek önemli alanının çevresindeki bütün sokaklar bizimdi. Buna simit ve çay verin, bütün gün çalışır, derdi arkadaşlarım. arada kuru pilav da olmalı ama, derdim. Arkadaşlarımız önümüzde dövülerek göz altına alınırken onları yalnız bırakmamak için zorla polis minibüsüne atladığımız yıllar. Arkadaşların birbirleri için gözünü kırpmadan ölebileceği günler bir daha yaşanabilir mi. Yalnızlık nedir bilmiyorduk, parayı ve pulu saymayı bilmediğimiz gibi... Bu toplumun değerbilmez insanları, o tutunamayanları unuttukça kavrulup yok oldu."

Kitabın son sayfasındaki sonsöz ise şöyle; "Bu roman Salinger, Paz, Fuentes, Franzen, Cortazar, Marquez, Beckett, Watt, Musil, Ulrich, Molina, Darman, Lawrence, Dickens, Pip, Atay, Bener, Rulfo, Vila-Matas, Kafka, Llosa, Bartleby, Bernhard, Bogner,Skomswold,Mathea, Perec, Uyuyan Adam, Zebercet,Edgü, Özlü,Cioran nerede yazıp yaşamışsa, onların içinden geçerek yazıldı."

9 Haziran 2018 Cumartesi

Mahmut ve Meryem - Elçin Efendiyev

Azeri yazar Elçin Efendiyev'in, filmi de çekilmiş romanıdır. Ziyat Han'ın oğlu ile  Ermeni kızı Meryem'in aşkının anlatıldığı 16. yy' da geçen bir roman. Olay Azerbaycan tarihinin en parlak döneminde Sultan Selim ile Şah İsmail'in Çaldıran Savaşı sırasında geçiyor. Ziyat Hanı'ın savaşla, kılıçla ilgisi olmayan, hayatı kitapları arasında geçen  ve yüreği barışçıl duygularla besli, babasının savaşçı yapısına uymayan oğlu Mahmut'un Meryem'le olan imkansız aşkı o günün toplumsal yapısı eşliğinde anlatılmış. Kitaplarından başka birşeyi gözü görmeyen Mahmut bir gün Meryem'i görür ve aşık olur. Bu beraberliği istemeyen Meryem'in babası keşiş kızını da alıp orayı terkeder. Mahmut Mirza Salman ile kızın peşine düşer ve bu takip sırasında Çaldıran Ovasındaki savaşa tanık olur. 

Yazar Elçin Efendiyev bu romanında epik anlatımın güzel bir örneğini vermiştir, betimlemeleri çok güzel ve yerli yerindedir. Kerem ile Aslı benzeri romanın filmi de Türk-Azeri ortak yapımıdır. İki ülke Kültür Bakanlıklarınca da desteklenerek çekilmiştir. 

Altı çizili bölümler ise;

"Doğada ne çok renk var, ne çok sevgi. Güneş ki toprağı sevgiyle ısıtır, toprak ki alabildiğine verimli,selek... Yaşamak güzel! İnsanlar neden kavramıyorlar? Neden bu topraklar üzerinde doğan, aynı ayın, güneşin, yıldızların altında yaşayan insanlar birbirlerinin gırtlağını sıkar. Neden Gabil, Habil'i öldürdü? Kardeş kanının akmasına neden olan kıskançlık duygusu nasıl gelişti? Adem'le Havva'nın tek günahları buğday yemenin bedelini ağır ödedikleri halde, bu ceza neden caydırıcı olmadı ve çocukları günah üstüne günah işlediler."

"İnsanlar nasıl güler, oynar öleceğini bilerek? Ana yavrusuna nasıl bağlanır? Bir gün kendisinin de, yavrusunun da, yavrusunun yavrusunun, onun da yavrusunun kara toprağa gömüleceğini bildiği halde?"

"Hepimiz iki beşik arasında (yer ve gök) iki cevheriz.(Ruh ve madde) Bu iki cevheri birbirinden ayırmak ancak Tanrının işidir, çünkü yaratan odur ve verdiğini almak yalnız onun hakkıdır."

"Yaşlı bir adama rastladık bir gün, göz bebeğimin (Mahmut) söyledikleri dehşete düşürdü beni. Yaşlı adam:
'yolculuk nereye, diye sormuştu.' Gözümün bebeği:
'Amca ' dedi 'Yolun kandan mekanadır.'
Yaşlı sordu:
'Kan, kandır anladık. mekan neresi?'
Göz bebeğim yanıtladı:
'Kan bu dünya aamca, mekan ise öteki dünya' "

"Sarı saçlı genç şöyle dedi:
Benim için ulusun üstünde insanlık kavramı yoktu. Benim için bütün yaratıklar aynı değil. Aslanlar, kaplanlarla birlikte solucanlar da var! İnsanlar sa aynı değil. Yeryüzünün tüm Türkleri yüzlerinin gözlerinin değişikliğine bakılmaksızın birleşmeleri gerekir! Oysa biz ne yapıyoruz? Uzun Hasan Osmanlıların aleyhine, Yunanlılarla antlaşma yapıyor. Karakoyunlu ile Akkoyunlu birbirini yiyor. Şimdi de Sultan selim ne yapıyor? Tahta çıkar çıkmaz uyruğundaki kırkbinden fazla kızılbaşı astırdı! Kimdi Kızılbaşlar? Bizim Şah İsmail ne istiyor? Şii bağnazlığı! Türklük bağnazlığı yerine! Kendimiz kendimizi kılıçtan geçiriyoruz. O zaman da işte böyle olur." 

8 Haziran 2018 Cuma

Sayılı Gün-Birol TEZCAN

OT Dergisinden yazılarını severek okuduğum, aynı zamanda Behzat Ç. dizisinin senaristi Birol Tezcan'ın birbirinden güzel hapishane, nezarethane öyküleri. Hepsi ayrı ayrı çok etkileyici. İçeride yatanın gözünden, dışarıda kalanın gözünden. En acıklısı da cezaevinde büyüyen çocukların dramı. Bir çırpıda okunup bitirilecek bir kitap olmuş. 

Muhabbet İlk Şarttır Mahpus Olana, Gökyüzü herkesindir, Terörist Ağbi, Meslek Lisesinde Bir Hal Geldi Başıma, Dost Eli Değerde E'yolur yara, Gece Haber Bülteni, İyi Akşamlar mı?, Hesap İşi Hayat, Batan Güneş kitaptaki öykü başlıklarından bazıları. Hepsi ayrı ayrı hayat hikayeleri. Cezaevinin, tutukluluğun, özgürlüğün elinden alınmasının insana verdiği sabrı, olgunluğu, yaşanmışlıkları bu kitaptaki öykülerde bulacaksınız.

Genelde öykülerin bütünü güzel. Tek başına cümleler pek bir anlam ifade etmezken ben kitaptan şu kısımların altını çizmişim.

"Anası "çiçeğim" derdi severken. "Bebeğim" derdi yıkarken. "İpeğim" derdi saçlarını tararken. "Ayağına taş değmesin," derdi okula gönderirken. "Yolunu soysuza düşürme" derdi yolunu gözlerken. "Bana gelsin," derdi öksürürken. Ninni söylerdi uyuturken."

"Grevin bu kadar uzamış olması korkutuyordu Haydar'ı. En büyük korkusu işsiz kalmaktı. Böyle zamanlarda Sevda'sının, karısının söylediğini hatırlardı; 'Dünya kocaman, bir bizim mi karnımızı doyuramayacak? Dünya iyi insanlarla dolu' "  

"İnsan dediğin etten, kemikten. Yeryüzündeki her canlı gibi. Yemek yiyor, su içiyor, tuvalete gidiyor, birbirini seviyor. Bir de nefret ediyor. Niye ediyor hiç aklım ermiyor. Bir de insanın insana zulmüne aklım ermiyor."

"Bir anne düşünün; otuz yıldır evladını göremeyen. Otuz yıl önce alınmış, götürülmüş, evladını bıkmadan, usanmadan bekleyen bir anne. ''Evladımın kemiklerini almadan ölmeyeceğim,'' diyen bir anne düşünün. Daha da ileri gidip bu annenin otuz yıldır evinin duvarlarını boyamadığını düşünün. Evinin eşyalarını değiştirmeğini; evladı geldiğinde yabancılık çekmesin diye."

"İçimde bomboş bir yer var sanki. O boşluk, yumruk olmuş, kalbime kalbime vuruyor. Sonra yukarı çıkıp boğazıma oturuyor. Orada duruyor öylece. Ben yürüyorum… Yürüyorum.. Yürüyorum.. Ne boşluk gidiyor, ne de yumruk… "

"Sanat… Böyledir işte. İcra edildiği anda bir faydası yoktur. Ama sonradan insana sonsuz pencereler açar. Hayata birçok açıdan bakmanı sağlar."

"Oysa insanı sevdikleri toprağa vermeli…"

"İnsanlar başına gelmediği sürece, adaletin ne olduğunu bilmezler."


Akdeniz - Panait Israti

"Dostlarım ve çevremdeki insanlar, sadece makaleler değil, başka şeyler de yazmamı istiyorlar. Haklılar belki, ama insan bir şeyler hayal edip uydurmasını bilmeden yazar olabilir mi? İşte böyle biriyim ben. Hiç olmazsa, ana hatlarını yaşamadığım bir serüveni hayal etmeyi pek beceremem." diye başlıyor Akdeniz romanına Panait Israti. Romanyalı yazar. Balkanların Gorki' si olarak biliniyor. Akdeniz romanı. Akdeniz insanını, arap coğrafyasını çok güzel anlatmış. İnsanlar üzerinden ahlaksızlıklara karşı bakışı, bozuk düzeni ve kendini sorgulaması. Abdülhamit zamanının İstanbul'u, Mısır, Kahire. Olaylarla harmanlayarak çok güzel anlatmış. Adrien, Musa, Sara, Titel, Salomon Klein romanın kahramanlarından.

Güzel sözler ve bölümler var kitapta:

“Ah, her önüne gelenin ta gözleri içine bakarak ona şöyle diyebilmek: Sana hiçbir borcum yok! Çek arabanı, benim yüzsüz kardeşim! Hem, masanın üstündeki şu kara ekmekte gözün varsa, onu da al! Yalnız benim keyfime dokunma!”

"Başkalarının ıstırabı karşısında insan yüreği, bu kadar duygusuz kalırsa her şey boşunadır. Varsayımlar hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Bunlar dünyaya yalnızca sözde adalet getirecekler, yoksa adaletin kendisini değil. Merhametle birlikte, adaleti insanlar arasında egemen kılacak yalnız dinler vardı. Oysa dinler iflas etmiştir. Ve ölüler bir daha dirilmez."

"Hiç eksiğiniz yokken erdemli olmak ne kolaydır."

"İnsanın bir gün bugünkünden daha iyi olabileceğini sanmakla da delilik ediyoruz. Hayır, hiçbir zaman daha iyi olmayacaktır. Çünkü ruhu yok. Yalnız midesi ve cinselliği var. Biraz da zekası varsa da bu ruh değil."

"Her servet haset yaratır, iştah uyandırır. İnsanın hiçbir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahip demektir."

"Ah! Erk sahibi olup, insanları adaletli olamaya zorlamayı ne çok isterdim."

        Abdülhamit İstanbul'undan bahsettiği bölümde,
"Abdülhamit'in payitahtında sefalet büyüktür. On kayıkçı ya da hamal, bir yolcu için döğüşür. Üstleri başları yırtık pırtık birtakım insanlar yarı aç, yarı tok geçinip giderler."
     Ancak boyarlarımızdan nicesini idam ettirmiş olan sultanların İstanbul'unu bana hatırlatan şeyler binlerce kırmızı fes ve mağrur minareli sayısız camiler oldu. Yüzyıl önce, memleketin tahtı hala bu kentte müzayede ile kiralanıyordu. Bu kentti ki, yalnız adı bile titretmeye yeterliydi, ama şimdi hiçbir korku hissetmeden sokaklarında rahatça dolaşabiliyorum. Bir düzine fesin görünmesi, köylerimizi dehşete veren zamanlar çoktan geçti! Bu adamlar nasıl olmuş da bu kadar sert davranabilmişler? Bana öyle uysal, öyle kendi halinde görünüyorlar ki!
     Onları böyle gevşek ve rehavetli görünce, Viyana kapılarına kadar dehşet salan o ağır yatağanları kaldırmaktan aciz olduklarını sanacağı geliyor insanın.."  (İnsan üzülüyor tabi yabancı bir yazarın gözünden o dönemin Osmanlısına bakışına. Ama ya şimdi ne düşünüyor acaba yabancılar Panait'ten yaklaşık yüzelli yıl sonraki Türkiye hakkında.)

"Yüreğimiz, mantığımızın yarattığı tüm öfkelerin içinde eridiği kızgın bir ocaktır."

      Musa ile diyaloğundan,
      "Musa sordu:
    -Efendim, mutlu olmak için zengin mi olmak gerekir?
   -Şüphesiz! Ben, kendi adıma, yoksul olmaktansa efendi olmayı yeğlerim. Siz böyle düşünmüyorsanız, acayip bir adamsınız.
    -Ben de böyle düşünüyorum ama bir şartla: insanın elleri her zaman temiz kalmalıdır."

"Oysa, ben bu ülkenin ve bütün insanlığın geçmişine ait çok az şey biliyorum. Bunun nedeni, öğrenmek için zamanımın kıtlığı değil, olayları hatırımda tutamayışımdır. Beynim okumaktan gelen zenginleşmeye karşı asi."

"Şimdi bu halimle kimseyi taklit etmiyorum, bende olmayan kanatlara gereksinim gösteren yüksekliklerde uçmaya kalkışmıyorum"

"Asıl kötülük, insanın ölçüsüz gururudur. Bir davranışın değersizliğini, boşunalığını anladığımız halde aldırmayarak elimizden bir şey gelmemesidir."






7 Haziran 2018 Perşembe

Sinestezya - Jeffrey Moore

 Sinestezi, bir ruh bilimi terimidir. Algılamada duyuların birleşmesi ya da bir duyunun başka bir duyuyu algılaması şeklinde açıklanabilir. Sinestezik hastalarda beyin duyduğu sesleri zihinde görsele, gördüğü şeyleri ise seslere dönüştürerek algılanmasını sağlıyor. Kısaca seslerin koklandığı, şekillerin  tadıldığı ve renklerin duyulduğu bir mekanizmadan söz edebiliriz. Örneklersek; Kimi için 'E' harfi yeşildir, bazısına göre 'R'nin tiz bir sesi vardır ya da '5' rakamı sarı renktir, 'Fa' notası çikolata tadındadır, gibi.
    Sinestezi bir hastalık mıdır, yoksa insana verilen bir ayrıcalık mı tartışılır. Ayrıcalık olarak düşünmemizin ana sebebi de hafızalarının çok güçlü olmasıdır. Sinesteziyi bir hastalık değil de bir duyusal algılama hediyesi olarak düşünebiliriz. Çok az sayıda kişi sinesteziktir ve çoğu sanatla uğraşır. Tanınan sinesteziklerin bazıları, Franz List, Rimsky-Korsakov, Baudelaire, Rimbaud, Proust, Nobakov' dur. 
          Kitabımızda da sinesteziklerin hayatı dünya çapında bir bilim adamının (Dr. Emile Vorta) notlarına ve onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin günlüklerine dayanarak yapılmış bir anlatım var. Başkahraman Noel Burun gibi görünse de Norval, JJ ve Stella kitapta anlatım konusu olmuş günlükleri okunan kişiler orak göze çarpıyor. Özellikle son kısıma doğru Norval' la ilgili bölüm çok ilginç geldi bana. Kitap sıkmaya mı başladı derken Norval' la ilgili bölüm kitabı hızlandırmaya yetti. Uzun olması dışında sizi sıkacak bir roman değil. İlginç bir konu ve aynı zamanda da  bilimsel bazı gerçeklikleri ve kuramları anlatması açısından da değişik bir konu. 

Bazı cümlelerin altını çizmişim tabi ki:

Çünkü Noel ne zaman bir ses duysa ya da bir sözcük okusa, zihninde işaret ya da harita işlevi gören, bir duyguyu, bir ruh halini, bir ses tonunu, hatta sözcükleri -ve hatta son otuz yıl içindeki tüm olayları- en küçük ayrıntısına kadar hatırlamasını sağlayan çok renkli şekiller oluşuyordu."

"Tebrikler dedi Dr. Vorta, yirmi binde bir karşılaşılan bir vaka. Bazen lanetli olduğunu düşünsen de Tanrı sana sinestezi adı verilen kompleks bir duyarlılık bahşetmiş."

"Bilim adamları insanın doğasından bahsedebilir, ancak kilit vurduğumuz kalbimizdeki duyguları sadece şairler özgürlüğüne kavuşturabilir."

" Mantığın esiri olma,yoksa asla bir şey icat edemezsiniz,asla büyük bir bilim adamı olamazsın. Sürekli Akıl ve mantık peşinde koşmak da bir çesit deliliktir..."

"Gerçekten aradığımız şey, kendimizi birine verme özgürlüğüdür. Manyakçasına kendimize tutunmamızı engelleme,kendimizi yalnızca ve kibirle kendi çıkarımız için yaşadığımız hapishaneden kurtarma özgürlüğü. Bence kilitli kalbimizdeki hazine budur..."

"Merak ediyorum da, acaba Alois Alzheimer, ismi sadece unutkanlık hastalığıyla hatırlandığı için mezarında dönüp duruyor mudur?"

"Noel'in altı yada yedi yaşındayken, "Gelecek, ulaşabilmek için sabırsızlandığım bir şey," dediğini hatırlıyorum (cümlenin içindeki kara mizahı fark edip gülmüştüm). Şimdi ben tam tersini hissediyorum: Gelecek, ulaşabilmek için hiç acele etmediğim bir şey. Gelecek, artık eskiden gelmesini beklediğim şey değil."

4 Haziran 2018 Pazartesi

Kirmanımdaki Çan Sesleri - Fatma Yazıcı

Kirmanımdaki Çan Sesleri ; arkadaşım Fatma Yazıcı' nin şiir kitabı. Bu kitap aynı zamanda onun ilk kitabı. Katıldığım imza gününde söylediğine bakılırsa devamı da gelecek gibi. Yine şiir kitabı mı yoksa başka bir tür yazmayı mı deneyecek bilmiyorum. Ama daha onlarca kitaba yetecek  birikim kendisinde kesinlikle var. Bloğumda ilk kez bir şiir kitabı incelemesi yazıyorum. Özellikle de şairin kendisinin ricası üzerine. Çünkü eksikliklerini görmek istediğini, bu işin profesyoneli olmadığını, eleştirilere açık olduğunu söylediği için rahatım. Öncelikle kitabın isminde geçen "Kirman" nedir? derseniz,  kirman, elde yün eğirmeye yarayan araçtır. Kitabın kapağında gördüğümüz de bir kirmandır. Fatma Yazıcı'nın imza gününde yerel kıyafetli bir teyzemiz, elinde kirman, nasıl kullanıldığını ziyaretçilere göstererek güzel bir görsel ve nostaljik bir görüntü sergiledi. Fatma Yazıcı bu ayrıntıyı güzel düşünmüş ve akılda kalıcılığı sağlamış. 

Kitap bir şiir kitabı. İçinde, aşk var, dostluk var, sevgi var, geçmişe özlem var. Okuyup bitirdiğimde ilk aklıma gelen kitabın adının "Eylül" olması gerektiğiydi. Bu düşünmeme sebep olan ise şiirlerde bolca geçen Eylül'dü. Kitapta  bulunan 93 tane şiirin 11 tanesinde Eylül geçiyor, hatta üç tanesinin de adı Eylül. Vardır elbet şairin kendine göre bir nedeni. Şiirlerin bazılarını inanılmaz sevdim. Bazılarının birkaç dizesini sevdim, bazıları da beni çok çekmedi. Şiir okuyanına, yazanına, hissedenine göre değişir. Aynı şiirden iki farklı kişi farklı anlamlar çıkarabilir. Bir bakarsınız ki şair ikisinden de farklı bir duyguyla yazmıştır. Tartışılabilir. Ancak tartışılmayacak bir konu dilbilgisi hatalarıdır. Yaralı şiirinde geçen "Demlikde" değil "demlikte", Baskın şiirinde geçen "kim vur duya" değil "kim vurduya" ve "Sılogan" değil "Slogan" olmalıydı. Tabi  bunlar baskı hatasından kaynaklı yanlışlar olabilir. Tekrara düşülen kısımlar hatta  cümleler var, Gelme şiirinde "sesinin altını kısarım" Vakti Geldi şiirinde "sesinin altını kısıp" cümleleri iki ayrı şiirde yinelenerek sözün güzelliğinin değerini düşürmüş gibi. Bir de üç nokta ve  noktalı virgül işaretleri yerli yersiz çok fazla kullanılmış gibi geldi bana. Neyse bu kadar hata kadı kızında da olur. Güzel şiirleri arasında benim favorim "Gülme" isimli şiiri.
Gülme
"Yüreğimin başı dönmüş...
Öyle ulu orta gülme,
Gamzene takılıp da
Düşerim yüreğine"  

Diğer şiirlerden çok beğendiğim kısımlar var:

"Ben şimdi seni koklasam;
Nefesimi vermeye kıyamam ki..."


"Aklımdan başka yerde rahat edemezsin"

"Öyle sığdın ki içime,
Kimseye yer bırakmadın..."

"Ya kirpiklerine darağacı kurup asmalıyım kendimi;"



"Dilek ağacı neylesin bez parçasını

Asırlardır yüreğimde sen bağlı..."

"Ömrüme iliklediğim düğmem ol"


"Dostun bağı olur bozumu asla"

"Özlenenler geri gelmeyecek ,

Ve benim yüreğim, 
Bir daha böyle güzel sevmeyecek..."

"Gülüşünün tohumu olsa keşke, 
Eksem asık suratlara." 

 Bir de kitabın sonunda güzel sözler var; "Sızılı hikayelere mayınlı yollar eşlik eder", "Kaderimsin deyip kaderime terk ettim kendimi" "Tatlı bir sözüne gönlünü verir tuzlu yüreğim" bunlardan bazıları.

Güzel kitap, güzel şiirler, güzel insan. Devamının bekliyoruz. Eylül' de mi? Ne zaman?


2 Haziran 2018 Cumartesi

Asi Ruhlar - Halil Cibran

Halil Cibran kitaplarını çok seviyorum, çok şey öğreniyorum. Daha önce de çok kitabını okudum. Her kitabı ayrı bir güzellikte. Bu kitabı da öyle. Kitapta Verde El-Hani,Mezarlığın Çığlığı, Düğün Şöleni, Günahkar Halil  kitaptaki hikayeler. Tabi ki aşk öyküleri. Aşka karşı olanlara bir direniş. Asi ruhların öyküleri. Halil Cibran'ın 25 yaşında yazdığı öyküler. Arap dünyasında kadına bakış açısı ve geleneğin, yasanın, dinin önüne geçen aşkı yaşayan, her şeye rağmen aşkına sahip çıkan kadınlar. Kitaptan güzel altı çizilesi cümleler, hatta paragraflar var, yalnız bütün altını çizdiğim cümleler  Verde El-Hani öyküsünden:

"Kan dökmek yasaktır. Öyleyse kan dökmeyi yasa haline koyucu için uygun gören kim? Başkasının malını çalmak suçtur.Peki, canları çalmayı erdem olarak kabul eden kim? Kadının sadakatsızlığı zinadır. Fakat insanları taşlamayı erdem haline getiren kim??"

"Ey Ruhum! Senin payına düşen, mezarın ıssız karanlığıdır; bu yüzden dikme ışığa gözünü!"

"Genç bir kadına büyük bir aşkla tutulup, ömrünün geri kalanını birlikte geçirebilmek arzusuyla onu kendisine hayat arkadaşı olarak seçen, yüreğinin saflığını ve alnının terini ayakları altına seren, tüm zenginliğini onun avuçlarına bırakan ve daha sonra kalbini kazanabilmek adına her şeyini gözünü kırpmadan verdiği kadının yüreğinin başka biri için attığına şahit olan, o başkasının onun yüreğinin derinliklerindeki gizeme dokunarak mutlu olduğunu gören adam çok bahtsız bir adamdır..."

"Sevginin nuru daha kalbine vurmamış olan, Allah'ın göksel iksirini erkeğin gözünden kadının yüreğine akıtıp ruhunu doyuramayan, gençliğinin toyluğundan daha yeni gözlerini açtığında kendisini pahalı mücevherler, takılar ve giysilerle donatan bir adamın yanında bulan kadın çok bahtsız bir kadındır."

"Kendisine yakın hissettiği bir arkadaşını kaybeden insan çevresindeki diğer arkadaşlarını görür, içi rahatlar ve teselli eder kendini. Malını mülkünü kaybeden insan daha önce nasıl kazandığını düşünür, kaybettiklerini tekrar elde edebilme yolunu bulur, geçmişi unutur. Ancak yüreğinin zenginliğini yitiren insan tekrar nasıl kavuşur ona, nasıl avutur kendin? Ölümün sana varlığını hissettirdiği anlarda üzülürsün, sarsılırsın. Ancak kısa bir süre sonra hayatın dokunuşlarını yüreğinde hisseder ve tekrar mutluluğa kavuşursun tekrar...Ancak hayatta kaderine yazılmış olan sevgili, yüreğinin tohumlarıyla beslenip bakışlarını içen, göğsünün kafesinde oturup ruhunda barınan  bir kuşsa ve eğer sen kuşunun tüylerini yavaşça okşayıp ona bakmaktayken birden ellerinin arasından kaçıp, yalnızca başka bir kafese ait olabilmek amacıyla, göğe yükselirse , işte o zaman ne yaparsın, sevgili dostum? Nasıl sabreder, nereden bulursun teselliyi, yaşamayı artık nasıl düşünürsün?"

"Işığıyla ozanlara ilham veren ay, aynı ay değil mi gelgitlerle suların sükunetini alt üst eden?"

"Aşk yüreklerimizi meydana getiren bir güçtür, yüreklerimiz  onu yaratamaz."

"Yaşamın hakikatlerinin hiçliğini idrak etmiş olup da sonsuzluktan gelip tekrar oraya dönecek olanlar; ruhu, cennet tarafından sevmesi istenen erkekle, yasaların arzusu olan kocası arasında kalan kadının çektiği acıyı anlayamazlar."

"Ama artık saf ve temizim, çünkü aşkın yasası beni özgür kıldı. Ekmek için vücudumu, giysi için günlerimi satmaktan vazgeçtiğimden beri artık güvenilir ve iyiyim. Evet insanlar için erdemli eş iken aslında bir fahişeydim. Oysa bugün temiz ve onurlu olduğum halde, fahişe ve pis olduğumu düşünüyorlar, çünkü ruhları kendi bedenleriyle yargılıyor, maddenin ölçülerine göre değerlendirmeye kalkıyorlar."

"Aralarına almak istemiyorlar beni artık, ancak bu durumdan memnunum, çünkü kalabalığın arasından sürülenler, yanlışlığa ve baskıya isyan eden ruhlardır. Sürgün edilmeyi köleliğe tercih etmeyenlerin özgürlüğü aslında özgürlük değildir."

"Şarkımı söyleyeceğim, öykümü anlatacağım, ama insanlar kulaklarını kapatıp duymayacaklar, çünkü kendi ruhlarının isyan etmesinden ve toplumlarının sallanıp başlarına yıkılmasından korkuyorlar."

"Ölüm, gelip beni şimdi alsa ruhum tahtın önünde korkmadan, titremeden, aksine sevinçle, umutla dimdik çıkacak ve Yüce Yargı önünde, örtüleri düştüğünde gizli düşüncelerimin kar kadar beyaz oldukları çıkacak ortaya. Çünkü Allah' ın kendinden ayırmış olduğu ruhumun arzuları dışında bir şey yapmadım."

"Ömrümde ilk defa mutluluğu gördüm, geleneğin kınadığı ve yasanın reddettiği bir adamla bir kadının arasında dikilmiş duruyordu."

"Eğer biri kendini toplumdan ve yasadan ayırırsa insanlar onun ve onun gibilerin bir asi ve aralarından kovulmayı hak eden kötü biri olduğunu söylerler; düşmüş, kirli ve sadece ölüme yakışır biri...İnsan sonsuza kadar kendi koyduğu yasanın kölesi olarak mı kalmalı, yoksa Ruh adına Ruh'u yaşamak için günlerini özgürleştirmeli mi? Yere bakmaya devam mı etmeli, yoksa dikenlerin ve kafataslarının üstüne düşen gölgesini görmesin diye gözleriyle güneşe mi bakmalı?"