Bu Blogda Ara

17 Kasım 2021 Çarşamba

Akan Zaman Duran Zaman - Melih Cevdet Anday

 
"Şiirin bunca büyük bir işlevi de zamanın geçmesinden duyduğumuz korkuyu yatıştırmasıdır, daha kısası bu akışı durdurmasıdır. Böylece şiiri yazanla okuyan, bir tanıklıkta birleşirler, gösteren ile gösterilenin birliğinde ve ölüme karşı gelmekte. ..Düşünüyorum da, ölenlerin zamanı gerçekten durmuştur, onların hiçbir değişikliğe gereksemesi yoktur. Bizse akan zaman içinde onlarla karşılaşıyoruz ikide bir. Tuhaf bir şey bu, onlar biraz bizimle akıyor, biz biraz onlarla duralıyoruz. Ölüm bir söylencedir. Bu söylenceden birkaç söz bulalım." diyor kitabının arka kapağında Anday.

Edebiyat dünyasından ve biraz da siyasetten anılar içeren bu Melih Cevdet Anday kitabını zevkle okudum. Güzel notlar ve anekdotlar içeriyor bolca. Yalnız dikkatimi çeken şey şu oldu anlatımlarda, gereğinden fazla noktalama işareti kullanılması. Özellikle de virgül. Günümüzde bu kadar noktalama işareti kullanılmıyor. Sanırım 70' li yıllara özgü bazı yazım özellikleri bunlar.

Alıntılarım çok ama yalnızca bazıları aşağıda, gerisi kitapta:

"Rahmetli aktör Ulvi Uraz, Hasanoğlan' daki açık hava tiyatrosunda, çocuklara Gogol'ün Müfettiş komedyasını oynatmıştı. Hiç tiyatro görmemiş olan o çocuklar ne güzel oynamışlardı Müfettiş'i hiç unutmam! İsmet İnönü de seyre gelmişti oyunu."

"...Nurullah Ataç kaygısız duruyordu bu işe. Onun sorunu aydın-yarı aydın sorunu idi çünkü, bu çözülmedikçe eğitime tabandan başlamanın , yanlış olduğunu değilse de, yeterli olmadığını düşünüyordu. Halkı, köylüyü uyandırmak isteyenler, bakalım, bu yeteneğe ermiş kişiler miydi? Daha açığı, onlar kendileri gerçekten uyanmış mıydılar? Ne demektir aydın olmak? Kendilerinde ışık var mıydı ki, ışıksız olanlara salsınlar onu? Sonra onlar, köye, köylüye acıma duygusu ile mi gidiyorlardı? Buna kendini beğenmek, halka üstünlük taslamak denmez de ne denirdi? Dahası da vardı; yarı aydın yetiştirmekle hiç bir sorun çözülemezdi; üniversitelerimiz üniversite olamamıştı ki, toplumun eğitimi gerçekleştirilebilsin! İşte bunlardı onun kendine ve başkalarına sorduğu sorular."

"...Köylü hep köylü kalsın, biz de onu 'Efendimiz' diye sevelim... Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında 'Bizim büyük yükümüz köylülüktür' diye yazarken bu sorunu ortaya atıyordu: Köylülükten kurtulmamız gerekir, Sabahattin Eyüboğlu, böyle düşündüğünü bildiği için Tanpınar'a kızardı, ama pek belli etmezdi kızdığını. Konumuzun bence en ilginç yanlarından biri de, sanayileşme akımı içinde büyük kentlere göçen köylülerin 'Efendi' gibi karşılanmamalarıdır. Köylü köyde başka, kentte başkadır sanki. Köy kahvesinde tanıyıp güleryüzle hoşbeş ettiğimiz kişi, apartman kapıcısı olarak kentte karşımıza geldiğinde tanımayız onu. Bu tersliği Anadolu'daki gezilerimiz sırasında, kendimde de, arkadaşlarımda da denemişimdir."

"Okuma salonunu, kendi derslerine çalışan öğrenciler doldururdu. Bunların arasından roman okumak isteyenler de çıkardı. Bir gün müdür Hamdi Beyin yanında otururken bir öğrenci  geldi, istediği kitabın fişini Hamdi Beye uzattı. Meğer açık saçık bir kitapmış bu. Hamdi bey öyle kızdı ki, seni anana babana, okuluna  haber veririm, git dersine çalış' diyerek kovdu çocuğu. Ben dayanamadım 'Aman Hamdi bey' dedim. 'Bu kitap madem kitaplığınızda var, isteyen okuyabilir. Neden payladınız çocuğu?! Hamdi bey işaret parmağını dudaklarına götürerek 'susss!' işareti yaptı, sonra çekmecesini yarım açarak gösterdi o kitabı 'Ben okuyorum' dedi."

"Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmedik sözler kurmaktır. demiştim bir yazımda. Bunu, bilinen sözlerle bilinmedik imgeler yaratmaktır biçiminde de yürütebiliriz."

"Yaşamımdan Şiir ve Hakikat adlı yapıtında Goethe, gençlik dostu Behrish'ten 'tecrübe'nin ne olduğunu açıklamasını istediğini anlatır. İlginç bir kişiliği olan Behrish şöyle demiş: 'Gerçek tecrübe, bir tecrübeden tecrübe görerek tecrübeli olunduğunu tecrübeyle öğrenmektir.' Böyle ise yaşam laboratuvarındaki deneylerin sonu gelmeyecek demektir. Yaşlıların 'Bu yaşıma geldim, böyle şey görmedim' sözüyle anlatmak istedikleri de budur belki."

15 Kasım 2021 Pazartesi

Ben Halikarnas Balıkçısı Doğdum Sevdim Öldüm - Şadan Gökovalı

Balıkçı'nın bana anlattıkları, bana verdiği yetkiyle yazdığım ve kendi araştırıp bulduklarım; türünde ve Türkiye'de ilk galiba..
Şimdiye kadar yazdığım 40'ı aşkın kitabın, beni en doyuranı oldu diyebilirim. Yazmam gerekirdi. Ben bu işlevi yerine getirmek için dünyaya getirilmiştim ! Hele rehberlikle ilgili bölümler... Sanırım rehberdeşlerimiz için yol gösterici olacak; ders alınacak deneyim ve bilgiler içeriyor.. 
Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) ki bu kitapta ben onu, yakınları gibi 'Balıkçı' diye anacağım, diyor bize Anadolu ufkunu açan kitabının önsözünde Şadan Gökovalı.

Bodrum'a sürgüne gönderilen Cevat Şakir'in İstanbul'dan Bodrum'a kadarki yolculuk serüveni, sürgün yılları bazen Şadan Gökovalı'nın  bazen De Halikarnas Balıkçısının ağzından anlatılıyor.
Bir de anekdot anlatıyor Gökovalı:
"Vaktiyle, Doğulu bir hükümdar, ülkesinin bilginlerini çağırıp, 'ben' demiş 'insanlık tarihini öğrenmek istiyorum! yazıp bana getirin.' 
Bilginler günlerce uğraşıp, üç cilt kitap getirmişler, Hünkar:
-Bunu okuyamam, daha kısa yazın!
Bilginler bu kez, haftalarca çalışıp, tek cilt kitapla gelmiş hünkarın karşısına, O:
-Bunu okumaya vaktim yok, bana bir tümceyle özetleyin insanlık tarihini!
Bilginler, aylarca uğraşıp çıkıp hakanın karşısına; demişler ki:
-İnsanlar doğdular, savaştılar, öldüler!..
-Sen dedik, sen nasıl özetlersin insanlık tarihini?
Hiç düşünmeksizin şöyle dedi:
-İnsanlar, doğdular, sevdiler, öldüler!..'
O an, Balıkçı'nın yaşamına dair yazacağım kitaba  bu adın uygun olacağını düşündüm..."

Kitapta hoşuma giden çok bölüm var. Bunlardan biri de "Mezar Taşı" başlıklı yazı:
"Sakın mermer, beton falan istemem. Bir taş bulun, uzunca bir taş Yazısız! Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymışım da, şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Kesinlikle yazı istemem, basit bir taş. Eh, bizim tekne su almaya başladı. Tepelere, deniz gören yere gömülmem şart değil! Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem. Deniz ruhumda yaşıyor., gönül gözüyle her zaman görüyorum. Mezarın ne önemi var?
Öldükten sonra ben kendime değil, toprağa doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da bu! Topraktan olduk toprağa dönüyoruz. Ben öldükten sonra yokum. Toprak bizi kendisine yararlı hale getirecek. Yoksa, cesedin ne değeri var?

Oğlum gibi sevdiğim Şadan'a anlattım. Dedim ki:
"Bodrum'a gömülmek isterim elbette. Orayı pek sevdim. Bodrum'un Mindos kapısı yakınlarında bir yere gömsünler beni. Yanımda Hatico'ya da bir yer ayırsınlar."

Ben kitabı çok sevdim. Bir başucu kitabı niteliğinde. Halikarnas Balıkçısı severlere.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Sisifos Söyleni - Albert Camus

Yabancı ve Veba kitaplarını okumuştum daha önce. Denemelerinden oluşan "Sisifos Söylemi"nde Camus uyumsuz (absürd) kavramı ve intiharı sorguluyor.

Sisifos Söyleni denince akla, Yunan Mitolojisinde, Zeus'un sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm ettiği kral Sisifos geliyor. Sisifos kayayı tepeye her çıkardığında kaya aşağı yuvarlanır. İşte böyle "boş" ve "anlamsız", absürt bir işle lanetlenmiştir Sisifos. kitapta bolca hayatın anlamı, anlamsızlığı ve intihar duygusu sorgulanıyor.

Aklımızda kalan altı çizililer ise şöyle:

“Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır.”

"Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de."

"Uyumsuz insanın bütün yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir."

"Kişi ancak olanaksızı elde etmek için Tanrı’ya yönelir. Olabilene gelince, insanlar yeter onu bulmaya."

"Tanrılar, Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi, Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı."

"İnsan, evrenin de sevip acı çekebileceğini benimseseydi, uzlaşmış olurdu. Düşünce olguların değişken aynalarında hem bu olguları, hem de kendi kendilerini tek bir ilkede özetleyebilecek ölümsüz bağıntılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi, mutlular söyleni de bunun gülünç bir benzeri olurdu ancak. Bu birlik özlemi, bu saltıklık isteği insan dramının temel devinimini ortaya koyar."

"Sessizliklerin en keskini susmak değil konuşmaktır' diye yazan adam, ilkin hiçbir gerçeğin saltık olmadığına, özünde olanaksız bir yaşamı doyurucu kılamayacağına kesinlikle inanır." (Kierkegaard'dan bahsediyor)

"Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenmez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimdir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır, ilk sonuçlardan biri bu."

27 Eylül 2021 Pazartesi

Boşluk - Jerzy Kosinski

Yeraltı edebiyatına olarak nitelendiren türe örnek olabilecek bir roman Jerzy Kosinski'nin "Boşluk" romanı. 

Roman, uzun ve zorlu bir görevden sonra verilen bir rapordur. Tarden olarak bilinen ajan, gizemli güvenlik şirketi ‘Servis’in eski bir elemanıdır. Şimdi bir kaçak olarak ülkeyi kimliksiz, macera peşinde bir ucundan diğer ucuna geçmektedir. Ancak Tarden’ın bir çok yüzü vardır. Yerine göre intikamcı ya da düzenbaz olabilmektedir. Boşluk’ta Kosinski, en ürkütücü şekliyle, güvenlik iddiaları düşünün altında yatanları ortaya çıkarmaya çalışıyor.

Çok sevdiğim bir tarz olmamasına rağmen sıcak sahnelerinin hatırına  sonuna kadar okudum. 

"Huzurumu kaçıran ölmek değil , arkamda hiçbir iz bırakmadan ölebileceğim düşüncesiydi."

"Her kişi peşinden gidilecek bir tekerlektir; çocukken tekerleğe yön verdiğim gibi, davranışlarım, konuştuğum dil ve varlığımla içlerinden birini, gitmesini istediğim yana yöneltebilirim."

"Belleğimde tek bir anıyı canlandırdığımda, ötekiler de kendiliğinden gözümün önünde beliriverir ve az sonra geçmişteki bir anı tümüyle karşımdadır."

"Güzel kadınları hayal gücünden yoksun erkeklere bırakın."

"Bir adam ne kadar yürekli olursa olsun hayatını kaybetmekten korkar."

"Proust derki, 'Güzel kadınları hayal gücünden yoksun erkeklere bırakın."

Üç Tarz-ı Siyaset - Yusuf Akçura

"Üç Tarz-ı Siyaset" tez karakteri taşıyan büyük bir makaledir. Rusya'da yazılmış, Mısır'da Abdülhamit istibdadına (baskı) karşı savaşan Türk Gazetesinde yayımlanmıştır.

Üç Tarz-ı Siyasette Yusuf Akçura'nın üzerinde durmuş olduğu ana konular şöyledir:
1-Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek,
2-İslamcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak,
3-Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek.
Yazar bu üç fikir akımına Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük adını vermiştir.

Kitaptan birkaç alıntım ise şöyle:

"Osmanlı ülkelerinde, garpten feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasi yol tasavvur ve takip edildi sanıyorum: Birincisi, Osmanlı Hükümetine tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün islamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin 'Panislamisme' dedikleri), üçüncüsü, ırka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmek.
Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanlı Devleti umumi siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.
Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, asıl maksat, Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayri-müslim ahaliye ayni siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam müsavat (denklik) getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestiden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen, yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, 'Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'yi asli şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti."

"Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddi olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu. Bu padişahın: 'Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.' dediği meşhurdur."

Zorba - Nikos Kazancakis

Yunan edebiyatının önemli ismi Nikos Kazancakis'in bana göre hem klasik hem de kült romanı Zorba. Yunan edebiyatının bence en önemli yazarlarından Kazancakis. Başka kitabını okudum mu hatırlamıyorum ama bundan sonra okuyacağım kesin. Aleksi zorba karakteri çok farklı bir karakter. İsimsiz kahramanın ağzından anlatılıyor. Bu isimsiz kahramanlar hep bana kitabın yazarıymış gibi gelir ve öyle okurum. Kim bilir belki de öyledir.
Kitap, Girit'te bir maden işletmek isteyen anlatıcı ile özgür bir kişilik olan Zorba'nın hikayesini anlatıyor. Ben kitabı çok sevdim. Okumanızı ve ayrıca filmini de izlemenizi tavsiye ederim.

"Deniz, sonbaharın tadı, ışıkla yıkanan adalar, Yunanistan'ın ölümsüz  çıplaklığını örten, ince yağmurdan oluşmuş, saydam bir tül. 'Ölmeden Ege Denizini gezen insana ne mutlu.'
Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak...Sanırım ki, cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur."

" 'Sanırım Girit'e ilk kez gelmiyorsun Zorba' dedim. Ona eski dostunmuş gibi bakıyorsun."

"Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!.."

"Yıldızlar titriyordu. Deniz dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki sevdalı, altın sarısı, yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy damlıyordu."

"Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu."

"Ama, ne anlatayım? Bunlar söylenir mi patron? Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmen, öpüşmek midir? Biz köyümüzde şöyle deriz: 'Yalnızca çalınmış etin tadı vardır.' İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir. Namussuzca çiftleşmeler ise, nereden hatırlayacaksın? Horoz defter tutar mı?"

"Kış aylarında , güneşin hep daha erken battığını gören ataların ilkel korkusu yeniden başlıyordu. Atalar umutsuzca, 'Yarın tümüyle batacak!' diye düşünür, bütün gecelerini tepelerde, 'Doğacak mı?' sıkıntısı içinde geçirerek titrerlerdi."

"  'Gülme patron' dedi. 'Eğer bir kadın, yalnız yatıyorsa, bunun suçu bizde, bütün erkeklerdedir. Yarın, Tanrı'nın huzurunda hepimiz hesabını vereceğiz. "

"Sinirli bir halde ayağa kalktım. 'Yeter artık, Zorba' dedim. 'Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus! Gece yarısı yaklaşıyor. Biz de kiliseye gidip İsa'nın doğuşunu görelim.' "

"Sana başka zaman da söyledim patron, her insanın bir cenneti vardır; senin cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak, bir başkasınınki konyak, uzo ve şarap varilleriyle dolu olsa gerek, birininki de yığınla İngiliz lirası. Benim cennetim ise şu; alacalı entarileri, kokulu sabunları, iki kişilik sustalı karyolası olan, kokulu, küçük bir oda ve yanımda dişilik."

"Zavallı, ölümün ayak bastığı bir bölgeyi geçmekten korkuyordu... Azrail görüp de hatırlamasın diye... Bütün ihtiyarlar gibi, bizim zavallı dilberimiz de topraktaki otun içinde saklanmaya, yeşil olmaya çalışıyordu; toprağa gizlensin, koyu kahverengi olsun da, ölüm onu fark etmesin diye..."

1 Eylül 2021 Çarşamba

Sis - Miguel De Unamuno

Unamuno, 20. yüzyıl İspanyol yazınına damgasını vurmuş en önemli modern-klasiklerden biridir. I. Dünya Savaşı'nın başladığı yıl yayımlanan ve yazarın en çarpıcı romanlarından biri sayılan Sis (1914) ise, Unamuno'nun ölümünden 70 yıl sonra nihayet İspanyolca aslından yapılan bir çeviriyle okurla buluşmaktadır. Unomuno romanını bir nivola olarak nitelendirir. Unamuno’nun kendi deyimiyle bu bir novela değil, nivoladır. Unamuno kendi icat ettiği bu kavramla, belirli kalıplar altına sıkıştırılan ve kategorize edilerek yorumlanan bir eserin ötesine geçmek ister ve düşüncelerinin sınıflandırılmasına karşı direnerek, kuralarını kendisinin koyduğu bir oyun oynamakta olduğu mesajını verir. Nivola teriminin novella ile İspanyolca sis anlamına gelen eserin orijinal ismi olan Niebla sözcüğünün birleştirilmesiyle oluşturulduğu görülmektedir. 

Romanın ana karakteri Augusto Pérez hali vakti yerinde, yaşama dair felsefi görüşleri olan biridir. Ne var ki bir gün sokakta gördüğü Eugenia'ya aşık olmasıyla tüm dünyası altüst olur. Zaten dünyayı bir sis olarak kabul eden Augusto için her şey gittikçe daha muğlak ve anlaşılmaz hale gelir.

Kitaptan altını çizdiğim cümleler:

" 'İnsanın eşyalarından birini kullanmak zorunda kalması bir mutsuzluk' diye düşündü Augusto, 'onları kullanmak zorunda kalmak. Kullanma bozuyor, hatta bütün güzelliğini yok ediyor. Nesnelerin en soylu görevi seyredilmektir. Bir portakal yenmeden önce ne güzeldir! Cennette bütün işimiz azaldığı, daha doğrusu Tanrı'yı ve ondaki her şeyi seyretmeye indirgendiği zaman bu değişecek. Burada, bu zavallı yaşamda Tanrıyı sömürmekten başka bir şey yaptığımız yok; tüm kötülüklerden bizi koruması için bir şemsiye açar gibi açmaya kalkıyoruz onu' " 

"Bu benim uysal, gelenekçi, alçakgönüllü yaşamım, küçük binlerce gündelik ufak tefek nesneyle örülmüş Pindaros şarkısıdır. Gündelik yaşam! Günlük ekmeğimizi bize ver bugün! Ver bana Tanrım, günlük binlerce ufak tefek şeyi. Biz inanlar ne büyük acılara, ne büyük mutluluklara dayanıyoruz, çünkü bu acılar ve mutluluklar küçük olaylardan oluşmuş büyük bir sis tabakasına bürünerek geliyorlar. Yaşam bu işte, sis. "

"Odasına yöneldi ve yatağına uzanınca: 'Yalnız, yalnız uyumalı! Yalnızca düş görmeli' dedi. 'İnsan yanında birisiyle uyuyunca düş de ortak olmalı. Gizemli varlıkların iki beyni birleştirmesi gerekir. Yürekler ne denli çok birbirlerine bağlanırsa, düşünceler o denli birbirinden ayrılır mı acaba? Belki. Belki sürekli olarak karşıt durumdadırlar. İki sevgili aynı şeyi düşünseler de birisi ötekinden farklı biçimde duyumsar; aynı aşk duygusuyla birleşirlerse, biri ötekinden farklı düşünür, belki de tersini düşünür. Kadın erkeğini ancak kendisi gibi düşünmediği sürece, yani düşündüğü sürece sever."

"Ve ölüm gelip çattı, parmaklarının ucuna basa basa, göçmen bir kuş gibi gürültü yapmadan ağır ağır, ciddi ve acısız, tatlı ölüm geldi, bir sonbahar akşamı ağır ağır uçarak aldı götürdü kadını. Eli oğlunun elleri arasında, gözleri gözlerinde öldü. Augusto elinin soğumaya başladığını, gözlerinin sabitleştiklerini duyumsadı. Soğuk bedenine sıcacık bir öpücük kondurduktan sonra, elini bıraktı ve gözlerini kapadı. Yatağın yanına diz çöktü o birbirinin aynı yılların öyküsü gözlerinin önünden geçti."

"Ve şimdi yalnızlığım gökyüzünde Eugenia'nın iki gözü bana parıldıyor. Annemin gözyaşlarının ışıltısıyla bana parıldıyorlar. Ve var olduğuma inandırıyorlar beni, tatlı düş! Amo, ergo sum! (Seviyorum, öyleyse varım)Bu aşk, Orfeo, içinde var olma sisinin eridiği ve somutlaştığı yardımsever bir yağmur gibidir. Aşk sayesinde ruhumun bir cismi olduğu bilincini duyumsuyorum ve ona dokunuyorum. Aşk sayesinde Orfeo, ruhda derinliklerine kadar bana acı vermeye başlıyor. Ruhun kendisi, aşktan ve ete kemiğe bürünmüş acıdan başka nedir?"

"-Pekala,sus, yeter -ve gözlerini kapadı.- Hiçbir şey söyleme, tek başıma konuşayım, bırak, kendi kendime konuşayım. Annem öldüğünden beri, hep kendi kendime, yalnızca kendi kendime konuştum; yani uyudum. Ve birlikte, yan yana uyumanın, iki kişinin aynı uykuyu uyumasının ne demek olduğunu hiç bilmedim. Birlikte uyumak! İki kişinin kendi uykusunu ayrı ayrı uyuması, birlikte uyumak değildir, ama aynı uykuyu uyumak, birlikte uyumaktır. Sen ve ben Rosario, aynı uykuyu uyuyabilsek."

" -Evet Augusto, evet. - diye sürdürdü konuşmasını Don Avito, - yaşamın tek öğretmeni yalnızca yaşamdır; bunun yanında pedagoji hiç kalır. Yaşamak yalnızca yaşayarak öğreniliyor ve her insan yaşamın çıraklığına yeniden başlamak zorunda."

"-Rol yapmak hepimizin hoşuna gider, Küçük Bey, hiç kimse kendisi değildir, başkalarının yaratılarıdır."

"Bu yazar, Latince olarak her erkeğin nasıl tek bir ruhu varsa, bütün kadınların yalnızca tek bir ruhu, birbirinin aynı ruhu, kollektif ruhu olduğunu yazıyor....'Kadınlar' diyor bu yazar, erkeklerden daha çok birbirlerine benzerler, çünkü hepsi tektir ve aynı kadındır."

" Gerçekten de bilim karşılaştırmadır; ama kadınlar söz konusu oldu mu, karşılaştırmaya değmez. Bir insan bir kadını, yalnızca bir kadını iyi tanıyorsa, hepsini tanıyor, Kadın'ı tanıyor demektir."

"- Kadınla ilgili psikolojik tek deney evlenmektir. Evlenmeyen insan, psikolojik açıdan kadın ruhunu asla deneyemez. Kadın psikolojisinin ya da ginepsikolojinin tek laboratuvarı evliliktir."

"- Evet, 'Sanatın en iyi kurtarıcılığı, insana var olduğunu unutturmasıdır' diye bir söz duymuştum. Kendi kendine eğlenmek, acılarını unutmak için kendini roman okumaya veren insanlar vardır."