“Ekimle kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin
ambarında biraz
para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti
bu; yalnız Rumlara emanet ediliyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden
ayrı, düşük evsaflı incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini,
Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere küçük sandıklara yerleştirmekle
görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu ...
Aydın' dan ilk incirleri getiren
trenler, defne·ve mersin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda istasyonuna
girince askerler selama durur ve kuru sıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine
yeni sikke keserdi hükümet. Yeni sekiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler
kaplardı piyasayı...”
Bu satırlar
1909 yılında Aydın’da doğmuş Rum yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle
Anadolu’ya” özgün ismiyle “Kanlı Topraklar” adlı 1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan dostluk ödülünü
alan kitabından.
Yüzyıllardır
dostça, kol kola yaşadığımız Rumlarla nasıl kanlı bıçaklı olduğumuz, nasıl gözümüz
dönmüşcesine birbirimize kıydığımız, romanın kahramanı Manoli Aksiyotis adlı
çocuğun ağzından anlatılıyor. Köylünün binbir emekle yetiştirdiği ürünü ucuza
kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları, kabadayıları
ile Aydın ve İzmir‘i tanıyoruz. Efes yöresinde şu anda ismi Şirince olan ve o
yıllarda Aydın vilayetine bağlı Kırkıca'da yaşayan Manoli Aksiyatis bir Anadolu
Rum köylüsüdür. Komşu Türk köyleriyle gayet kardeşçe yaşayıp giderken önce
Balkan Savaşlarıyla sonra 1. Dünya Savaşı ve nihayetinde Kurtuluş Savaşı'yla
biten dostluğun hikayesidir anlatılan.
"İki halk
aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne
onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan!" Peki ne oldu da kardeşçe yaşayan bu halklar
birbirine kıymak zorunda kaldı? "Bütün bunların altında gizlenen şey nedir
biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani, Anadolu'nun el
değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!" Kitaptaki kahramanlardan Nikita'dan
duyduklarımız duruma gayet açıklık getiriyor. Dağılmak üzere olan Osmanlı'dan
her güçlü devlet bir pay almak istiyor ve bunu da milliyetçilik duygularını
kabartıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanları maşa gibi kullanarak
yapıyorlar. Anadolu'nun ticaretine daha hakim olan Rumlar ve Ermeniler
üzerinden kanlı oyunlarına başlıyorlar.
Çağdaş Yunan
edebiyatının önemli yazarlarından, özellikle ülkesinde kadın hakları
mücadelesinde ön saflarda yer almış biri olan Sotiriyu, 1909 yılında Rum bir
ailenin kızı olarak Aydın’ın Şirince kasabasında dünyaya geldi. (Şirince,
cumhuriyet döneminde İzmir vilayetine bağlandı.) Çocukluk yıllarını Şirince, Aydın
ve İzmir çevresinde geçirdi. 1922 yılında İzmir ve
çevresinin Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi
nedeniyle, tüm Anadolu Rumları gibi, Sotiriyu Ailesi de, büyük
zorluklarla karşılaştı. Nihayet mübadele ile aile
Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve
ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi
oldu. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk
Derneği kurucuları arasında yer aldı. 2004 yılında hayata veda etti.
Aydın’da geçen çocukluğunu Sotiriyu şöyle
anlatıyor: “Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle
birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak
Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü.
İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı
Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda.
Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında
kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu. 1962 yılında “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı
kitabım yayımlandı. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı.
Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan
tebrik telgrafları aldım.”
Sotiriyu‘nun
romanında asla kaba bir Yunan milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman
bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda; “Bir tek düşman vardır: Düşman,
ne Türklerdir, ne de Yunanlar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen
çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist güçlerinin
Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun zenginliklerini
ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; Önce Almanların
daha sonra da müttefik kapitalistlerin yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.
Kitapta bir
başka dikkatimi ve ilgimi çeken ise o yıllardaki Aydın incirinin, zeytininin ve
üzümünün kalitesinin, güzelliğinin anlatılışı. “…Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durmadan
genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok
meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında.. Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlalarımız
altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizimkiler gibi verimli, dalları
ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl
pırıl zeytinli ağaca başka hiç bir yerde rastlayamazdınız. Yavaş ama sağlam bir
gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir ... köylünün kemerini altında dolduran
incir! Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da bile ün salmıştı
incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi;
Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”
Bizim yeterince
kıymetini bilemediğimiz cennet meyvelerimizin başkalarınca işlenmesi, birinci
sınıf ürünleri Avrupa’ya gönderirken Türk halkının kalanla yetinmesi. Hala öyle
değil mi? Zamanında adına sikkeler basılan üzümümüz, zeytinimiz, incirimiz
şimdi ne haldeler? İtalya, İspanya, Yunanistan zeytincilikte bizi geçmiş
durumdalar. Biz ise zeytin ağaçlarımızın üzerine beton dökmeye devam ediyoruz. Zeytin
ağaçlarının arkasından ağlamak isteyen Aydın-Denizli otoyolu güzergahına bu
hafta sonu bir gezinti yapsın,
Şahnalı’da, Yeniköy’de, Kozalaklı’da cenazeleri kaldırılan asırlık
zeytin ağaçlarının ruhlarına dua etsinler. Daha acı olan şey ise, kesilen
ağaçlarının parasını alan köylünün klavye başındaki bizler kadar bile bu
ağaçlar için çok da üzülmediğini görmek. Sen paranı aldın helalleştin ama o
ağaçlar insanlıkla helalleşmedi. Yazık. Cennet Aydın Ovası. Tarihte ne savaşlar
gördü. En sonuncusuna yenildi. Paraya yenildi. Betona yenildi.
Şöyle
bitiriyor kitabını yazar: “Kardeşler,
dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini!
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam Söyle
Anadolu’ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe
kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”
Ben de yazımı
şöyle bitirmek istiyorum: Eyy! bu
toprakların süsü, binlerce insanımızın gelir kaynağı, Aydın’ın kutsal meyvesini
veren zeytin ağacı! Toprağına beton döktük diye bize garezlenebilirsin.