Bu Blogda Ara

16 Eylül 2023 Cumartesi

Nasıl Müslüman Olduk? - Erdoğan Aydın

Nasıl Müslüman olduğumuzu genellikle sormadık kendimize. Çünkü İslamiyet'i "din ve hidayet aşkıyla", kendiliğinden benimsediğimiz yolunda koşullandırıimıştık.

Oysa doğruyu aradığımızda, Müslümanlaştırılma tarihimizin, insanı irkilten bir vahşet süreci olduğu soğuk gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Resmi ve geleneksel söylem ise bu gerçeği ısrarla gizlemeye çalışıyor.

Bugünü anlamak ve demokratik bir Türkiye yaratabilmek için doğru bir tarih bilincine sahip olmamız gerektiğinden hareketle; Erdoğan Aydın bu kitabında, Müslümanlaştırılmamızın dramatik öyküsünü ve bunun toplumumuza etkilerini gün ışığına çıkartıyor. 

"Çok rahatlıkla söylenebilir ki; eğer Selçuklular döneminde Türkmenler toplumsal çıkarları ve kimlikleri adına inatçı bir mücadele vermemiş, Anadolu beylikleri döneminde Beylikler üzerinde görece yükselen etkileriyle bir kültürel özsavunu ve Türkçenin canlandırılmasını gerçekleştirmemiş, eğer Osmanlı dönemi boyunca kendi kimliklerini Saray'a inat koruyup sürdürdükleri edebiyatları ve ayaklanmalarında ısrarla savunmamış olsalardı, büyük bir olasılıkla Cumhuriyet döneminde  Türk ulusal kültüründen pek bir şey kalmayacaktı. Eğer bugün bir Tü,rk kültürüne sahipsek, bunu Sünni Arapçı ve görece Farsçı Selçuklu ve Osmanlı Saray politikalarına karşı 'hain' ilan edilmek ve katledilmek pahasına Baba İshak'ların, Şeyh Bedrettin'lerin, Hacı Bektaş-ı Veli'lerin, Yunus Emre'lerin, Pir Sultan'ların önderliğinde direnen Türkmenlere borçluyuz.

Özetle, Nizamülmülk'ün mimarlığı ve diğer baskın faktörlerin belirlediği dengelerde, Selçuklu Devletinin, kültürel olarak Türkmene yabancı, onu küçümseyen, dilini bile hakir görüp konuşmayan, ancak profesyonel, ücretli ordusuyla başında ceberrut gibi duran, ondan vergi ve savaşlarda asker alan, ancak yeni işgal alanlarından esas olarak profesyonel orduyu (ikta dağıtımı yoluyla) faydalandıran ve tabnii bu durumunu meşrulaştırabilmek için 'hak mezhebi' diye Sünniliği topluma egemen kılma ve bunun için katliam da dahil her yolu mübah gören bir devlet geleneği dönemi başlıyordu."

   "Türkleri 'evrensel ve yüksek bir kültüre' ulaştırdığı yargısının aksine İslamlaştırma içsel evrimleri ve özgür  iradeleriyle kendilerini kuşatıp yakın ilişki içinde bulundukları Çin, Hint, Acem, ve giderek Arap uygarlıklarından ve bunların ürünleri olarak bölgedeki tüm dinlerden aldıklarıyla, 7. yüzyılda önemli bir kültürel zenginliği, demokratik höşgörü ve evrenselliği yakalayan Türklerin bu kültürel yükseliş trendini kılıç zoruyla ezmiştir. İslamlaştırma, tüm işgaller gibi gayrı meşru olan Arap işgalinin ardından, Türk yurtlarında yaşanan bu kültürel rönesansın acımasızca ezilmesi temelinde gerçekleştirilmiştir."

8 Eylül 2023 Cuma

Balıkçı ve Oğlu - Zülfü Livaneli

 
Toplumsal konulara duyarlılığı ile tanınan edebiyatçı ve fikir adamı Zülfü Livaneli, bu kez Ege balıkçılarının ve hayal kurmaktan bile mahrum bırakılan göçmenlerin kaderine eğiliyor. Usta edebiyatçı Livaneli, Balıkçı ve Oğlu ile son yılların en can yakıcı ve büyük dramı “göçmenliği” balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor. O güne dek sıcak evlerinde televizyondan izledikleri haberlerden aşina oldukları ölü insan bedenleri ve yarı ölü bir bebek evliliklerinin tam ortasına düşerek bir bomba etkisi yaratıyor; aile ilişkilerini bambaşka bir çehreye büründürüyor. Balıkçı ve Oğlu, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şey söylüyor. Bunun ötesinde göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını ya da ölümü; kısacası “deryaya yakın, dünyadan uzak” yaşamlarını odağına alıyor. Livaneli’nin belki de en şiirsel romanı olan Balıkçı ve Oğlu; aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç, doğa üzerine çağdaş bir epope. 
Değişik bir konu, incelikli detaylar var. Ben sevdim.

" İnsanlığın her anlamda can çekiştiği bir noktadayız.! "

"Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzeldi."

"Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı."

"Zaten köyleri, derinlere dalıp çıkardıkları süngerler gibiydi. Acıyı da üzüntüyü de sevinci de felaketi de içine çeker, sindirir, hayatına devam ederlerdi. En garip olayı bile “Tabii” diye anlatırlardı. Tabii o da öldürmüş karıyı, dam çökünce altında kalıp
ölmüş tabii, oğlan da kızı kaçırmış tabii. Bu “tabii”lerin, her
olayı doğal görmelerin sonu gelmezdi. Hiçbir şey hayret verici
değildi, her şey doğaldı."

"Kadın ona baktı.Bakıştılar.Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti, kadın kadını sezdi.  .... İki kadın tek kelime edemeden her şeyi konuşmuşlardı."

"8 milyara yakın insan, hepimizi köleleştiren bir kapitalist diktatörlüğün saldırısı altındayız. Daha önceki çağlarda köleler ayaklarındaki prangadan köle olduklarını anlıyordu. Modern köleler ise kendini özgür sanıyor, çünkü beynine geçirilmiş prangaları göremiyor. Dünya, kapitalistlerin, halkını soyan diktatörlerin, yolsuz bürokratların korkunç hırsına engel olamazsa, göçler de sürecek, terörizm de, isyanlar da."

Foks'un Gözünden Gazi Mustafa Kemal - Teoman Akünal

"Yatak odasından dost meclislerine, yurt gezilerinden önemli toplantılara kadar her an her yerde..
Atatürk'ün can yoldaşı, sevgili köpeği Foks bugün de Anıtkabir'de onun yanı başında...
Foks'un gözünden çok partili rejim arayışının yaşandığı ilginç dönem ilginç olaylar, ilginç kişiler..."

"Foks Atatürk'ün son köpeğinin adıdır. Birkaç yıl eski ve yeni köşkte rahmetli lideri eğlendirdiydi. Foks'u kendisine hediye etmişlerdi. Bilardo oynarken masanın üstüne çıkar, bilyeleri yere yuvarlayıp oynar, Atatürk de bu şımarıklığa gülerdi. Törenlerde Foks Atatürk'ün ayağı dibinde dururdu. Galiba Ülkü kadar onun da çıkmış resimleri vardır." diyor kitabın arka kapağında Falih Rıfkı Atay. 
Ülkenin kurtuluş mücadelesi, cumhuriyetin ilanı ve sonrası, dönemin önemli olayları Atatürk'ün son köpeği Foks'un gözünden anlatılmış. Aslında Atatürk'ün başka köpekleri de olmuş ancak Foks hepsine sözcülük etmiş. Çünkü bazı zaman ve mekanlar Foks'un olmadığı dönemlere rast geliyor. Teoman Akünal güzel bir araştırmayı değişik bir biçimde sunmuş.Cumhuriyetin ilk yılları ve sonrasında başkent Ankara'nın değişimi ve gelişimi, o günlerin garip şehrinin nasıl yavaş yavaş değiştiği ve geliştiği, Atatürk'ün meşhur sofrasının konukları ve onlarla olan anılar çok güzel anlatılmış. Güzel bir kitap.  

Foks'un bana göre gereksiz bir yere uyutulmuş olması da yürekleri burkan bir detay:
"Köpek, Efendisini taparcasına sever. O'na beslediği duygunun adı "bağlılıktır." Ben de Atatürk'e taparcasına bağlıydım. O'nun gerçek dostlarının bir kısmıyla ortak bir yazgımız oldu. Benim gibi, onların bir kısmı da Atatürk'ün çevresinden uzaklaştırıldılar. Buna rağmen ne onların, ne de benim Ulu Öndere ve Onun eserine duyduğumuz  hayranlık hiç eksilmedi; aksine daha da bilinçlendi ve bilendi.
Sahibimin "Fenalık yapmak için ısırmadı" diyerek beni korumak istemesine rağmen, bilgiçlik taslayan bazı işgüzarlar "Sahibini ısıran köpekten hayır gelmez" diyerek beni ilaçla uyuttular. Kapatıldığım odada etrafımı saran beyaz önlüklü adamların bedenime enjekte ettiği ilacın bana sağlık değil, sonsuz bir ayrılık getireceğini sezinleyip direnmeye çalıştım. Korunma içgüdüsüyle tüylerim diken diken oldu. Boğazım kurudu, bedenim kasıldı, sesim sonsuza dek kısıldı. O'nu benden korumak bahanesiyle, beni O'ndan sonsuza dek ayırdılar!."
"Bugün, bir düzine yılın ardından bilgelikle geriye baktığımda, O'nun yanında geçirdiğim yılların sadece benim değil, ülkenin de en güzel yılları olduğunu görüyorum!"

4 Eylül 2023 Pazartesi

Don Quijote - Cervantes

Don Kişot, İspanyol yazar Miguel de Cervantes‘in (1547 -1616) tarafından I. bölümü 1605, II. bölümü ise 1615 yılında yayımlanmış romanıdır. Don Kişot, dünya edebiyatında ilk modern romandır. Kendini şovalye sanan sahte şovalyenin komik ve ibretli öyküsüdür.

Cervantes, İnebahtı savaşına katılır. Savaşta esir düşer hapsedilir, ve defalarca köle olarak satılır. Türk korsanlarına da esir düşer. 12 yıl esaret yaşamı sürer. En sonunda özgür kalır. Bir türlü istediği üne kavuşamaz. Don Kişot ile o istediği ünü elde etse de yapıtının korsan basımı nedeni ile yeteri kadar para kazanamaz.

Don Kişot, Manchalı bir asilzadedir ve şövalye romanlarının etkisiyle haksızlıklara karşı savaşmak için, sıska atı Rossinante ile evinden ayrılır. İlk macerası yel değirmenleriyle savaşmak olur, yaralanır ve eve dönüşünde komşusu onu yaralı halde yolda bulur. İyileşir iyileşmez aynı maceraları tekrarlamak üzere yanına yardımcısı Sancho Panza’yı da alıp yola koyulur. Don Kişot ve Sancho, yollarına devam ederler. Don Kişot ve Sancho tekrar, dayak yedikleri pazar yerine gelirler. Don Kişot, düşman ordusu zannederek bir koyun sürüsüyle çatışmaya girer… Şarap fıçılarını dev gibi görür ve onlara karşı savaşır. Kutsal Kardeşlik Birliği, Don Kişot’u durdurur ve onu kandırarak köyüne gönderir.

Maceradan maceraya atılır. Korkusuzdur. Ama aslında hep alaya alınır, dayak yer. Adalet dağıtır, sevgilileri kavuşturur. Hayali prensesi için yapmayacağı kahramanlık yoktur. Kendini şato sandığı bir handa, dük sandığı bir hancıya şövalye ilan ettirir. Artık o Senyor Kesada değildir o, Don Kişot del la Mancha’dır. Yarı delilik ile adalet dağıtır. Kitabın asıl yazılma amacı şovalye kitaplarını eleştirmek olsa da içinde adaletten, o zamanki yönetimin, krallıkların, dere beyliklerin eleştirisine kadar çeşitli konular vardır. Don Kişot Don Quijote kendinden sonra gelen çoğu yazara ilham olmuş bir yapıt. Yapıtı bize sevdiren Don Kişot’un delilik ve saflık arasında seçimleri olsa gerek. Zaten akıllandığında yani aklı başına geldiğinde artık macera ruhu da kalmamıştır ve zaten ölür.

Kitaptan alıntıların çoğu atasözü gibi. Çünkü kitapta atasözlerine çok yer verilmiş.

"Fakat şunu bilmelisin ki, okuduğum şövalye kitaplarında başarıya ermeden önce birtakım talihsizliklere uğramamış tek bir şövalye yoktur. Sana en aşağı yirmi misal gösterebilirim."

"Aşık oldu diye insanı küreğe mahkum ediyorlarsa, ben günlerdir kürek çekiyor olmalıydım."

“Bütün kötü huylar, beraberinde az da olsa bir zevk getirirler, Sancho; ama kıskançlık sadece tatsızlık, hınç ve öfke getirir”

"Gönül ferman dinlemiyor, oğlum! Âşık olmadığın için bu duyguyu bilemezsin... Bütün âşıklar biraz delidir!..."

"Ah hafıza, huzurumun baş düşmanı."

"İnsanların işlediği en büyük günah kimilerine göre, kibirlilikse de ben nankörlüğünün en büyük günah olduğu kanaatindeyim..."

"Kendimi methetmiyorsam, insanın kendini övmesi değerini azaltır dedikleri içindir..."

"Çingene kızını padişahın oğluyla evlendirmişler, düğün alayı ormandan geçerken "bu ağaçlardan da ne güzel kasnak olur" demiş."

"Aşkın öyle bir gözlüğü vardır ki, bakırı altın,fakirliği zenginlik, gözdeki çapağı inci gibi gösterir, derler."

"Zamanın silmediği anı, ölümün dindirmediği acı yoktur."

29 Temmuz 2023 Cumartesi

227 Sayfa - Murathan Mungan

"Yalnızca yaratmanın, üretmenin sorunları değil, aynı zamanda okumanın, seyretmenin, dinlemenin, izlemenin, anlamanın, kavramanın, değerlendirmenin yolu yordamı benim zihnimi meşgul ettiği kadar okurun da aklını kurcalasın istedim. Ben yazarlık yaşamım boyunca okuruma hep sıra arkadaşım muamelesi yaptım. Benim gördüğüm filmi o da izlesin, benim okuduğum kitabı o da okusun, benim üzerine kafa yorduğum konuları o da düşünsün, hafta sonlarımız birbirine benzesin istedim."

"Bir yazarın okudukları, dinledikleri, seyrettikleri, düşündükleri, izlenimleri hakkında bir çift söz etme gereksinimiyle kaleme aldığı irili ufaklı notların, başkalarının yaşamına renk, soluk, canlılık kattığını; onda öğrenmek, izlemek, katılmak, paylaşmak arzusu yarattığını görmek başlı başına bir yazı mutluluğudur."

"İyi yazılmış notlarda ayaküstü sohbet etme tadı vardır. Hayat, geçerken birbirine uğramış insanların birbirlerinin kapısına bıraktıklarıyla da çoğalır. Benim bu notlarla yapmaya çalıştığım kısaca budur." diyor kitabın başında Murathan Mungan. 227 adını koymasının da sebebi kitabın sayfa sayısının 227 olması. Bir sonraki kitabı da 189.

"Tutumlu biri değilimdir, aklım hesaba kitaba hiç basmaz. Ekmeğin fiyatını bilmenin, insanı halkla daha iyi bütünleştirdiğine, onu daha iyi ya da daha toplumcu bir sanatçı yapacağına inanmam. Ben fiyat bilmem, değer bilirim. Kağıt benim için bir nimet, bir değerdir. İster el yazısıyla yazayım, ister bilgisayardan çıktı almış olayım; işi biten her kağıdın arka yüzünü müsveddelerim için kullanırım; ikiye böler, dörde böler, kağıt maşasına takar, üzerinde boş yer kalmayana kadar her sayfayı değerlendiririm. yazdıklarımla teşekkür etmiş olmak yetmez, bu nenim için tabiata, ağaçların ruhuna bir saygıdır. Yazının vicdanı yazdığını kucaklamaktır."

"edebiyat dergilerinden birini karıştırırken gördüm. Genç bir şair ve akademisyen arkadaşım okuma notlarını yayımlamış orada. 31 numaralı notunda şöyle yazıyor: 'Karanlıkta birbirine değmeden akan iki ırmak gibi/ Aynı anda iki bedende birden yaşar bazı ruhlar.' Bu dizeler kimin bilmiyorum. Eski defterlerimden birine not almışım. Genellikle, kendi dizelerimin altına paraf atarım; başkalarının dizelerinin altınaysa şairin adını yazarım. Ancak b u dizelerin altında da ne benim parafım var, ne de bir şairin ismi."

"Çeşitli yazılarımda ve söyleşilerimde yeryüzünde en köklü düşmanlık çeşidinin homofobi olduğunu söylerken benzer bir usavurum kurduğumu düşünüyorum. Bulunduğunuz yere, konuma, içinde yaşadığınız topluma göre duyduğunuz düşmanlığın özneleri değişebilir, diyelim ki günün birinde Yahudi olmayacağınızı, kadın olmayacağınızı, 'Zenci' olmayacağınızı, herhangi bir yerin, bir toplumun 'Yabancı' sayılanı olmayacağınızı bilirsiniz, ama eşcinsellik, siz ve yakınlarınız için hala pusuda bekleyen gölgesi derin bir tehlikedir."

"İlki bir Çin bedduası, Birine kızıp kem söz etmek istediğinde bir Çinli 'Geçiş dönemlerinde yaşayasın' diye ilenirmiş. Osmanlı, birine kızıp kem söz etme istediğindeyse 'İnşallah evine usta girer' dermiş. İlenmelerin, kem sözlerin, yeminlerin sosyolojik bir ipucu olarak taşıdıkları değeri öteden beri önemserim. Dilde saklı hayatlardır bunlar."

Decameron - Giovanni Boccaccio

Boccaccio’nun 1349-1353 yılları arasında yazdığı başyapıtı Decameron on gün boyunca anlatılan yüz öyküden oluşur. Günde on öykü anlatılır. Her günü bir kral ya da kraliçe yönetir. Yazar Decameron’un önsözünde kitabın özelliklerini açıklar, sevenlerin, özellikle de seven kadınların acılarını hafifletmeyi amaçladığını belirtir. Decameron gelişmekte olan Floransa burjuvazisinin, işleri nedeniyle sık sık uzak ülkelere giden kocalarının dönüşünü beklemekle ömür tüketen kadınları için yazılmıştır. Veba salgınından kaçmak için bir araya gelen yedi genç kadınla üç genç erkek ‘gönüllerince yaşayarak gülüp eğlenmek, aklın sınırları dışına taşmayan zevkler tadabilmek’ amacıyla, önce Fiesole dolaylarında bir evde, sonra da bir şatoda konaklarlar. Her gün (Cumartesi ile Pazar dışında) öğleden sonra, her biri bir öykü anlatır. Öykünün konusunu günün yöneticisi (kral ya da kraliçe) belirler. Birinci ve dokuzuncu günde ise, herkes istediği öyküyü anlatır. Böylece yüz öykü anlatılmış olur.  Pier Paolo Passoli’ni bu eseri Decameron’un Aşk Öyküleri isimli 1971 yapımı sinema filmine uyarlamış.

Yazıldığı döneme göre büyük büyük yapıt. Okunması gereken klasiklerden. Dönemimiz gözüyle bakıldığında gözde fazla büyütülmüş gibi gelebilir. 

"Oysa seni ruhumun gözleriyle görmek yetiyordu bana."

"Zamanı boşa geçirmiş olmanın pişmanlığından daha büyük pişmanlık olamaz."

"Kulaklardan girip kalbe ulaşan sözcüklerin gücü birçoklarının sandığından çok daha fazladır."

"Rastgele söylenen, art niyet taşımayan bir söz, düşünüp taşınarak yapılan en ağır eleştirilerin sağlayamayacağı sonuçları sağlar, çoğu kez."

"Cennette kendine bir yer edinebilmek için çaba harcayan çoğu insan, bilmeden cennete kendisinin yerine bir başkasını gönderir."

Anna Karenina - Tolstoy

Kitapta, biri dürüst ve toplumun onayladığı, diğeri ise yasak ve ahlaki olarak düşük olan iki ilişki karşılaştırılmaktadır. Karakterlerin iç dünyası ve ruh halleri okuyucuya çok iyi yansıtılmıştır. Olaylar genel olarak Moskova ve Petersburg arasında geçmektedir. Hikayenin kısa özetine gelecek olursak:

Anna Karenina, Moskova'da yaşayan oldukça güzel ve görenleri kıskandıracak kadar zarif bir Rus hanımefendisidir. Bir devlet dairesinde yüksek bir makamda bulunan Alexis Alexandrovitch ile evlidir ve bir de oğlu vardır. Anna kocasını sevmemekle birlikte, onun tüm duygulardan yoksun bir robot olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle aralarında yalnızca saygıya dayalı, tutkusuz bir ilişki vardır.

Anna Karenina, Petersburg da yaşayan ağabeyi Stephane Arcadievitch'in yanına gitmek üzere yola çıkar. Çünkü ağabeyinin karısı Dolly'i aldattığı ortaya çıkmıştır ve Dolly kocasını terk etmek üzeredir. Anna da bu çifti barıştırmak üzere Petersburg'a gitmektedir. Ve bunu yapar da. Stephane Arcadievitch ile Dolly'nin arası yine eskisi gibi olmuştur.

Anna, Petersburg'da bir davet sırasında Kont Wronsky adında genç ve yakışıklı bir beyefendi ile tanışmıştır. Wronsky davette bulunan diğer herkes gibi Anna'dan çok etkilenmiş, Anna da Wronsky'i oldukça beğenmiştir. Fakat Wronsky'nin Stephane Arcadievitch'in baldızı Kitty'e talip olduğu söylenmektedir. Aynı zamanda Stephane Arcadievitch'in yakın arkadaşlarından biri olan Levine de Kitty'e talip olmuştur ama Kitty, annesi Prenses Cherbatzky'nin etkisinde kalarak Levine'in evlenme teklifini reddetmiştir. Prenses kızı Kitty'nin zengin olsa da bir köyde yaşayan Levine ile değil, asker olan ve geleceği parlak gibi görünen Wronsky ile evlenmesini istemektedir. Kitty de annesinin etkisinde kalmıştır.

Anna ile Kont Wronsky arasında ise gittikçe kuvvetlenen bir bağ oluşmaktadır. Bütün davetlere katılmakta, çevrelerindeki insanların bakışlarına aldırmaksızın beraber çok fazla vakit geçirmektedirler. Tüm sosyete onları konuşmaktadır fakat ikisinin de mutluluktan adeta gözleri kör olmuştur. Fakat Anna bir süre sonra bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştır. Bu ilişkiyi başlamadan bitirmeye karar verir ve eve dönmek üzere yola çıkar. Fakat Wronsky ayrılmak istememektedir, Anna'nın büyüsüne kapılmıştır bir kere. Anna'nın bindiği trene o da biner ve aşkının peşinden gider. Gelecekte olabileceklerden, aşkı yüzünden başına gelebileceklerden habersizdir.

"Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir."

 "Levin şu son zamanlarda gerçekten düşündüklerini söylüyordu. Her şeyde sadece ölümü ya da ölümün yakınlığını görüyordu. Yalnızca giriştiği iş onu meşgul ediyordu. Ölüm gelmediği sürece hayatı bir şekilde yaşamak gerekiyordu. Onun için her şeyi bir karanlık kaplamıştı; fakat tam da bu karanlık sayesinde, karanlıkta ona tek yol gösteren kılavuzun yaptığı iş olduğunu hissediyordu ve gücünün son damlalarını kullanarak işine sarılıyor, tutunuyordu."

"Ama artık her şey yepyeni bir yolda yürüyecek. Hayata izin vermemek, geçmişe izin vermemek saçmalık. Daha iyi, çok daha iyi yaşamak için dövüşmek gerek..."

"Bu hayat eskiden de acı veriyordu, son zamanlarda korkunç oldu."

"Mutluluk yanızca sevmek, onun istediklerini istemek, onun düşündüklerini düşünmektir, yani hiçbir şekilde özgür olmamaktır. İşte mutluluk da budur!"

"Eğer iyiliğin bir nedeni varsa, o artık iyilik değildir; eğer iyiliğin bir sonucu, yani ödülü varsa yine iyilik değildir. Demek ki iyilik, neden ve sonuç zincirinin dışındadır."

"Her şey o kadar iyi olabilecekken neden hepimiz de acı çekiyoruz?"

"Benim uğruma her şeyini feda ettiği için bana sitem eden bir erkek dürüst olmadığı gibi kalpsizdir de."

"…seni her zaman sevdim, birini seversen eğer olmasını istediğin gibi değil olduğu gibi, her şeyiyle seversin."