Bu Blogda Ara

16 Kasım 2020 Pazartesi

Hayat Apartmanı - Mustafa Ulusoy

 Hayat Apartmanında oturan emekli öğretmen Mualla Hanımın son saatlerinin anlatıldığı ve aynı zamanda Mualla hanımın hayatındaki kişiler, mahallesindeki ve apartmanındaki çevresiyle kalabalıklaştırılmış geçmiş zaman-şimdiki zaman git-gelli, ölüm, her şeyin hayırlısı, kader temalı süslemelerle sunulmuş, kapağına bakınca farklı, içeriğine gelince daha da farklı, bazen sıkan, bazen akıcı, bu türü sevenler için güzel denilebilecek bir roman. Ben çok sevmedim. 
Alıntılar şöyle:

"Bu eve iki şey pek uğramıyordu. Biri kocası diğeri saadet."    

"İnsanın insana uzanan eli ne kadar da kısaymış. Şu an ne yakınımda olanlardan biri Selma. Yaşadığı evin tam altında ne halde olduğum aklının ucundan bile geçmemiştir muhtemelen. Bu kadar yakınken bu kadar uzaksın işte. Hayatın garip bir tecellisi."

"Hiç öğrencilere bahsettiniz mi bundan, hayatın en önemli denkleminden? Kim olursanız olun, ölüm karşısında eşitsiniz dediniz mi hiç? Nerde? Büyük eşitleyici nedir pek sayın öğretmen? Ölüm. Ölümün önünde etkisiz eleman gibi kalakalacaksınız."

"Son nefeslerinin en sonuncusu, göğüs kafesindeki son kuş gibi kanatlanıp burun deliklerinden süzülüp gidecek. Artık adın 'rahmetli' olacak. Bana rahmetli demediler. Bunda senin payın büyük. Öldü, dediler. Rahmetli şöyleydi, rahmetli böyleydi, diye anılacaksın sen."

"İnsan karısını iki türlü güzel bulur. Birincisi görür görmez: Ya güzeldir ya değildir. Bir anda görülen güzelliktir bu. Gözünü gün ışığına açmak gibi. aniden gelişen bir his. Bir refleks gibi patlar hisler insanın içinde. Diğer güzellikse inşa edilir. İlk gördüğünde çirkin bulmazsın kadınını. Muhakemeyle, tetkik ede ede, güzelliklerini bula çıkara, tanıya ede karısını gözünde, muhayyilesinde, kalbinde, fikrinde güzel yapar erkek. Halepli Muhammed, Fatıma'yı her iki türlü de sevmişti. Önce görür görmez, sonra da gördükçe."

11 Kasım 2020 Çarşamba

Peri Gazozu - Ercan Kesal

Bir Zamanlar Anadolu'da filminden tanıdığım Ercan Kesal. Kitaplarıyla geç tanıştım. İlk okuduğum kitabı Peri Gazozu. Kitap bir biyografi gibi. Yazarın asıl mesleği olan doktorluk yaptığı sırada Anadolu'da yaşadıklarını yazmış. babası ile dedesi ile diyalogları, çocukluğu, gençliği. Bir Türkiye fotoğrafı aslında. Otuz bölümden oluşuyor kitap ve hepsi birbirinden bağımsız. Okuması kolay, akıcı. Genelde babasız kalan çocuklar dikkatimi çekti olayların genelinde. Zor yılları yaşamış yazar. Diğer kitaplarını da okuyacağım en kısa zamanda.

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

Dedemden öğrendiğim,'insan olmak' kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddetle isteyebiliyorsa 'insanım' diyebiliyor."

"Derdini anlatmak için açlıkla terbiye olup ölüme yatmak günleri bitti zannetmiştim. Yanılmışım. Meğer bitmemiş. Öyle ya, zulüm ve düşmanlık bitmedi ki. Ne çabuk unutmuşum Habil ve Kabil'i. Mermer sunaklar yeni kurbanlarını bekliyor. Haydı, seyre duralım hep birlikte. Ne kadar da küçükmüş meğer. Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi. Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var..."

 "Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi.                                                                Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı 'Sessizlik Kulesi.' Türkiye'yi koca bir sessizlik ülkesi yaptık en sonunda.. Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.                      Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize."

"İçimde tuhaf bir kıpırtı. aşık olduğum kız geliyor aklıma. sonra annem, babam, abilerim...Aynadaki yüzüm ve giderek değişen gövdem. Hiç bilmediğim şeyler var sanki bu dünyada ve sanırım hayat, hiç de kolayca anlaşılabilir bir şey değil. bana ne oluyor böyle? Büyümek ne zor şeymiş..."

"..tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde, 'Oğlum bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. al onu sırtımdan,' dedi.                                                                       Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi."

" 'Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır'. Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı. Zafer Hoca'nın dediği doğru muydu acaba? Siyah bir mühür mü vardı kalbimizde?"

Beni Onlara Verme - Tarık Tufan

Tarık Tufan, "Beni Onlara Verme" kitabında bir semti, o semtin mahallelerini 
ve o mahallelere sıkışmış karakterlerin birbirinden ilginç hikayelerini anlatıyor. Okurken sanki bir anı tadında okuyorsunuz masalsı öyküleri. Her zamanki gibi güzel, zengin ve akıcı. Okumayanlara şiddetle tavsiye ederim. Diğer kitapları da aynı tadı verecektir. Tarık Tufan kitaplarında geçen konular adeta hayattan alıntılar gibi. Aynısını yaşamıştım diyebiliyorsunuz. Yazar bizden biri gibi, ailemizden, mahallemizden gibi anlatıyor sanki. Sadece biraz karamsar ve sonları mutlu olmayan hikayeler. Ayrıca kadınlarla ilgili tespitlerine bayıldım. Zaten aşağıdaki alıntılarımın çoğunu onlar oluşturuyor.

"Yetmişlerin sonunda çekilmiş bir Yeşilçam filminin set fotoğrafından, hatta galeride sergilenen fotoğraflardan birinden az önce salona düşmüş gibi duruyordu. Bazı insanlar böyledir; bu dünyaya bir Orhan Kemal kitabından kayıp düşmüştür, Yılmaz Güney'in bir filminden sonra set toplanmış ve o adam orada unutulmuştur, semtin en eski kahvesi kapatılmış ama o adam eski tahta sandalyede oturup kalmıştır. Orhan Gencebay'ın şarkısı bitmiş ama o adam gözyaşı gibi şarkının içine akmıştır."

"İnsanın vücudundaki yaraya merhem bulabiliyorlar ama derdi yüreğinin içinde bir yerlerde olana ve ince ince kanayana kolay kolay merhem bulunmuyor."

"Velhasıl ölüyorlar. Kendi katilleriyle sevişiyorlar, kendi katillerine yemek pişiriyorlar, kendi katillerinin ellerini öpüyorlar bayramda, kendi katillerinin donlarını yıkıyorlar, kendi katillerinin çocuklarını doğuruyorlar, kendi katillerinin çocuklarını büyütüyorlar. İçinde ölüm geçen bir sözü değiştirmek ne kadar zor Allah'ım!"

"Bazı kadınların yüzü, birazdan buralara yağmurlar yağacak yüzüdür. bazı kadınların yüzü, bir kez olsun gerçekten gidenler, dönmek isteseler de bir daha dönemezler yüzüdür. Bazı kadınların yüzü, ben gitmek istesem de beni bırakma yüzüdür."

"Aşık için tek gerçeklik, sevdiği kadının gözlerine bakabilme süresidir. Onun parmaklarına dokunabilme süresidir. Saçlarını arasında ellerini dolaştırabilme süresidir. Bir yalan bu süreyi bir saniye daha uzatacaksa, o artık yalan değil, aşığın bu dünyada aklının erebildiği tek hakikattir."

"Bir aşkı, içlerinde bir yerlerde tutmak zorunda kaldığında ölürler. elini uzatması gereken anda uzatamadığında ölürler. Bir erkeğin ölümü, kadının kalbinin kırıklığıyla başlar."

"Sen hep biliyorsun bir erkeğin başlayıp da bitiremediği cümleleri, susup durmasını, sana bakıp ölmesini. Erkekler, kalbi durduğunda değil, çaresiz kaldıklarında ölürler."

"Her sabah aynanın karşısına geçip uzamış sakallarımı saran beyazlara bakıyorum. kimseler bilmiyor ama ellerin var yüzümde, bembeyaz parmakların, sakallarımın arasında dolanan parmakların, sakallarıma düşen aklar gibi ellerin. ellerin yüzümü yaşlandırıyor; ellerin cehennem, ellerin yasemin, ellerin gül kurusu, ellerin ateş. Kadın zarif elleriyle erkeğin yüzünde yazıyor o hiç bitmeyecek hikayeyi; erkeğin göz altlarına, sakallarına."

"Belki bütün bunlardan daha fazla, ancak Lale'nin yüzünün güzelliğinde takılıp kalmayanların fark edebileceği hüznünde kaldı Mehmet Ali. İnsanlar Lale'nin güzelliğinde kalakalıyorlardı ama babası yeni ölmüş kadınlara özgü, bir türlü geçmek bilmeyeni geçmek bir yana, bir nebze olsun azalmak bilmeyen hüznünü fark etmiyorlardı."

"Bir kadına duyduğun sevgi arttıkça yüzüne doğrudan bakabilme gücün azalır; gerçek aşıklar ölmemek için uzaktan bakarlar. zaten aşktan ölecek hale geldiklerinde, sevgilinin yüzüne bir kez doğrudan bakmaları yeterli olur."

"Güzel bir kadın, tırnaklarını geçirip kanatıncaya kadar bastırsa da güzel bir kadındır. Güzel bir kadın, hayatınızdan bir anı acıtarak koparsa da güzel bir kadındır. Sizi bir uçuruma sürüklese de, güzel bir kadın sadece güzel bir kadındır ve ötesinin bir anlamı yok."

2 Kasım 2020 Pazartesi

Onbinlerin Dönüşü - Samim Kocagöz

Sökeli ve yaşadığım toprakların yazarı Samim Kocagöz'ü geç keşfettim. Bu tamamen benim ayıbım olduğu gibi, okul kitaplarında, edebiyat derslerinde hiç bahsedilmemesi, bunun yanında hiç bir edebiyat öğretmenim tarafından da adının anılmamış olması bunda büyük bir etkendir. Bunun telafisi olarak önce Bütün Öyküleri" ni okudum, şimdi de "Onbinlerin Dönüşü"nü.
1930'ların Almanya'sında hızla yükselişe geçen Nazizm, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yankı bularak, toplumun tüm kesimlerinde bir hareketlenmeye, kaynaşmaya neden olmuş, yoğunluk kazanan milliyetçilik hareketleri ve fikir ayrılıkları üniversite çevrelerine de yayılmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenim gören Recep ve Halit dünyaya bakış açılarıyla birbirlerine benzeseler de, duygusal açıdan farklı iki arkadaştır. Recep idealleri peşinde koşup, memleket uğruna mücadele verirken, Halit tutulduğu aşkın peşinden giderek toplumdan, yurt sorunlarından uzaklaşır. Ancak Halit zamanla yanıldığını, onca zenginliğin, paranın ve uyumsuz birlikteliğin mutluluk getirmediğini görecek, amaçsız bir yaşamın getirdiği umutsuzluğa ve vicdan azabına göğüs germeye çalışacaktır. İnsanın kim olduğunu yaptığı seçimlerin belirlediğini kavrayan Halit için geçen zamanı geri almak artık mümkün değildir. Ama yine de seçebileceği bir yol vardır.
Onbinlerin Dönüşü, Samim Kocagöz'ün İkinci Dünya Savaşı sürecinin Türkiye'deki yansımalarına ışık tuttuğu, sorumluluk bilincini, yurt ve millet sevgisini şoven duygulardan arındırarak ön plana çıkardığı sürükleyici bir roman.
Kitabın konusu böyle.
60'lı yılların romanlarına özgü kullanılan bazı kelimeler var. O dönemlerde ağızlara yerleşmiş kelimeler. Bunlardan biri de günümüzün "aynen" ine benzeyen "tastamam". Kitapta çokça kullanılmış. Günümüze gelememiş, 80'lerden sonra kullanılmayan sözcüklerden.

Bir de alıntılar var:
"..Fakat bir de bize Yunan uygarlığını armağan eden, yürüten Atinalı onbinleri aklıma getiriyorum. senin gibi Yürüyen onbinler var! İnsanlık uğruna, memleket yoluna yürüyen onbinlere katılmayı ne kadar isterdim. Ama geçti artık. Ben, yenilgiye uğramış, perişan olmuş, dönenlerdenim. Ne yapacağımı bilmiyorum!"


"Fakat iş işten geçti. On on beş yılın insanın ömründe bir önemi yoktur dedin. Bu sözüne inanıyor musun Recep? Ben, sakat bir adamım artık; bu sakatlık, basketbol maçında sakatlanmaya benzemez. Düşünüyorum, etrafıma bakıyorum, arkadaşlarımı gözümün önüne getiriyorum, hayat yolunda, ideal yolunda benim gibi onbinlerin dönüşünü görüyorum."

"Bir politikacı istediği kadar inanmış adam olsun, içinde yaşadığı toplum, onun inançlarına uygun olgunluk ve hazırlıkta değilse, hiçbir şey yapamaz."

"İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden bir de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebildiği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."

"Bildiğini iyi bilmesi, bilgisini çok iyi hazmetmesi,onu bağnazlıktan kurtarıyor, ham sofular gibi karşısındakini ölçüp biçmeden zorla fikirlerini kabul ettirmeye kalkışmıyordu."

"Ne olurdu, insanı tutan, insan eden şeyin fikir olduğunu sonra da bu fikrin namusu olduğunu öğrenmiş olsaydı!"

"Yalnız unutma, bazen şairler, sanatçılar, eserlerimden çok aşağıda, sönük kalırlar. Sanat eseri, ruhun bir uzun anda parlamasıdır. benden uzaklaştığını hissettiğim gün, eserimin sahibinin ben olduğumu aklından çıkarma...İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden biri de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebileceği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."
"Rüyalar bazen, uyandıktan sonra hatırlanabilirse güzeldir. Fakat kişi için, tek başına gözü açık rüya görmek güçtür. Gözü açık rüya görmek adamı çoğu zaman kahreder. Düşünceleri, hülyaları, gerçekleşiverecekmiş gibi gelen ümitleri bir boşluğa yuvarlanır. Kahraman, bu umutsuzluklardan kendisini kurtarmasını bilendir."

30 Ekim 2020 Cuma

Peygamberin Son Beş Günü - Tahsin Yücel

Kumru ile Kumru kitabından sonra okuduğum ikinci Tahsin Yücel kitabı. Bu kitaba başladıktan sonra kendime kızdım. Bir kitapsever olarak şimdiye kadar neden daha çok Tahsin Yücel kitabı okumadım diye. Gerçekten güzel bir kurgu, güzel bir roman. Roman 1993 Orhan Kemal roman ödülünü alıyor. Peygamber lakabıyla anılan Rahmi Sönmez ve Fehmi Gülmez ile aşkları Feride'nin dönemin şartları içinde sosyalist mücadelelerini anlatılıyor. Rahmi ve Fehmi mücadeleye sosyalist olarak başlamışlar ancak Fehmi daha sonra kapitalizmin çarkına kendini kaptırmıştır. Bir de torun Nazım var ki onunla dede Rahmi'nin sohbetleri ibret verici. Kitabın adına bakmayın Peygamberin son Beş Günü tam bir devrimci romanı. Tahsin Yücel'in diğer kitaplarını da okumalıyım.
   
Romandan öğrendiğimdaha önce hiç duymadığım kelimeler de var:
somutlaşım, yarsımak (benimsemek, bağlanmak), eytişim(sav ve karşı savdan bileşime ulaşma yöntemi), kalıt hakları, öykünü, uzaksıllık, oylumsal, kılgısal(yalnız kuram, düşünce alanında kalmayarak eyleme dönüşen, eyleme ilişkin olan, uygulamalı.), anıştırmak (gazetenin anıştırdığına göre), oluntu(gerçekleşmiş olay, olmuş bir iş.), ayrımsamak, kenter sınıfı (Tahsin yücel romanlarına has bir kelime; burjuvazi anlamında), yetkeci (otoriter) bir anlatım gibi.

Alıntılarım ise şöyle:

"Peygamber, göğsünde United States/ Outsiders yazılı renk renk pijaması, delikanlıyla birlikte kapının önüne çıktı, iyiden iyiye kararmış pervazın üstünde, paslanmış, onunla bütünleşmiş olmasına karşın, doğmamış bir tayın nalını, düşündüren küçücük bir nal gördü. Hem şaşırdı, hem duygulandı; ta çocukluğundan beri hiç ayrımına varmamıştı bu nalın, ama, şimdi, ayrımına vardıktan sonra, güzel buldu, bir duygu uyandı içinde; ancak çoktan tarihe karışmış olması gereken bir kenter değerini simgelediğini, karşısında içlenmesininse benliğinde bir kenterlik tortusunun varlığına tanıklık ettiğini düşünmekte gecikmedi. Büyük b ir adım atmak üzere olduğu şu anda, gözü yaşlı duygusallıklardan uzak durması gerekirdi."

"Çayın hazzına sigaranın tadı da eklenince yumuşak bir esenlik duygusu yayıldı benliğine. Ozanlığı tuttu, 'Mezarlıkta ilk günüm' diye düşündü, 'her zaman böyleyse, hep böyle çay, sigara ve halktan insanlar bulunabiliyorsa, öbür dünya hiç de kötü bir dünya sayılmaz' Yenilip içilen, insanlarla karşılaşılabilen bir öbür dünya düşüncesi, Feride'nin mezarı başında düşündüklerini getirdi usuna, çoktan başlamış bir konuşmayı sürdürür gibi.." 

"Öyle görünüyordu ki, devrim uzaktan bakınca dünyanın son sınırı gibi görünen yüksek bir dağdı; tepesine ulaştın mı hemen bir başka çevren açılıyordu önünde, sınır yeniden uzaklaşıyordu. Böylece , Peygamber, düşündüğünü baş döndürücü bir hızla uygulamasına karşın, sonunda hep aynı noktaya, hep çıktığı yere geliyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da köprüleri yaktığı ve ne pahasına olursa olsun geri dönmeyeceğiydi."

" 'Gözüne ne oldu?' diye sordu yalnızca.
   Peygamberin beyninde bir ışık çaktı birden, günün birinde birilerine söylemeyi nicedir düşleyip de söylemekten çoktan umudu kestiği sözü anımsadı:
   'Faşizmin küçük bir armağanı', dedi.
   'Ne demek istiyorsun?'
   'Ne demek isteyeceğim? Polisin yumruğunun izi işte.' "

"Peygamber bu sıkıyönetim döneminde bir polisçe zararsız insan olarak değerlendirilmesinin aykırılığından çok, sokakta bir polisin kolunda yürümenin aykırılığı karşısında ürperiyordu, durumu aydınlığa kavuşturmak istedi:
  'Evet haklısınız', diye yanıtladı. 'Komünistler insanların zararına değil, yararına çalışmışlardır her zaman, her zaman da çalışacaklardır.' "

" 'Hoppala! Allahın işi ne burada?' diye düşündü Peygamber, gözlerini tavana dikti. Bir kez daha, açıklıkla görülüyordu ki, halkı anlamak başka, halkın düzeyine inmek başkaydı, en büyük sorun burada yatıyordu belki; kenter sınıfının onu ortaçağın karanlıkları içinde tutma çabaları da işin içine girince, göbek bağın hep halka bağlı kalsa bile, düşünce bağların ister istemez ondan kopuyordu. Ne var ki, düşüncesini anlamıyor diye, hatta tutucudur diye halka sırt çevirmek değil, onu anlamaya çalışmak ve ona çıkarının nerede olduğunu göstermek gerekirdi."

" 'Öyleyse neden satıyorsun kitaplarını çok mu sıkıntıdasın?'
 'Hayır sıkıntıda değilim, kitap artık tarihe karışıyor da ondan satıyorum' dedi peygamber, her işin püf noktasını bilen insanlar gibi gülümsedi gene. 'Devrimci gençler geleceğin kitapsız da kurulabileceğini gösterdiler bize. Çağa ayak uydurmasını bilmek gerek.' "

"..Ayrıca tez, antitez, sentez, ölebilmek için öldüren gerektiği gibi, gerçek bir komünist olduğumuzu kanıtlamak için de karşımızda bilinçli faşistler bulunması gerekirdi."

"Nazım bileğini Peygamberin elinden kurtardı:
'Her şey bir yorum sorunu, büyükbaba, ya da senin deyiminle, bir kuşak sorunu' dedi. 'Senin kuşağın devrimciliği gördüğü işkenceyle, tutuklu kaldığı süreyle, yani başkasının kendisine yaptığıyla ölçülüyordu; benim kuşağımın devrimciliğiyse, kendisinin başkasına yaptığıyla, yani öldürdüğü suçlu sayısıyla ölçülüyor. Şimdi anlıyor musun?' "

11 Ekim 2020 Pazar

Dokunma Dersleri - Yalçın Tosun

Kitaptaki kısa kısa öykülerin ortak yanı hemen hemen hepsinde ilişkiler var, dokunmak var. Adını bildiklerimizin dışında ne kadar çok değerli öykücümüz var bizim bilmediğimiz. Bunlar bizim zenginliğimiz edebi kazancımız. Öyküler çok güzel, gerçekçi ve Türk insanının bilmediği, bize uzak gelen dokunmakla ilgili. Diğer kitaplarını da merak ediyorum. Güzel kitaptı.


"Yatağın ucuna oturmuş, yatmadan önce uzun uzun dirseklerini kremliyordu her zamanki gibi. Yüzünde muzafferlere özgü o tuhaf ifade. Görmüyordum yüzünü, ama anlamını seziyordum. Evlilikte olur böyle şeyler. Bir süre sonra sözcüklerin yerini başka şeyler alır. Sözcükleri tozlanmasın diye özenle paketleyerek rafa kaldırma sanatıdır bir anlamda evlilik. Her evlilikte zamanla, detaylarda az çok farklı, ama temelde aynı kurallara bağlı o gizli dil hüküm sürmeye başlar. Çoğu kinle ve yerine getirilememiş isteklerin yanık kokusunun verdiği sancılı sızılarla beslenen; kendine özgü bakış, iç çekiş, saçı arkaya atış, yarım gülüş, kaş kaldırış, göz deviriş, hızla bacak sallayış, uzaklara manidar bakışlarla dalış ve benzeri değişik anlamları bünyesinde özenle barındıran hareketlerin bir toplamıdır bu gizli dil."

"Düşlerimden de eksilerek, yavaş yavaş kayboldu Dilan.
İlk yakıcı günahlarımızı, şefkatin şehvetle henüz yer değiştirmemiş olmasının tenimize verdiği o billur tazeliği, çocukluğumuzun bizi hızla terk etmesinin getirdiği o büyük acıyı unuttuğumuz gibi unuttuk onu.
Hafızamızın korkulan dallarının arasına, kendi puslu ve karanlık ormanlarımızın en derinine gömerek unuttuk."

"..Babamsa biraz kem küm edecek ağzının içinde, sonra her zamanki gibi susacak. annemin yanında durduğu zamanlarda bile aslında biraz arkasındaymış gibi görünen, daima yılgın babam ve o sevgili suskusu. Bakışlarında değişmeyen, o acıtıcı uzaklıkta..."

"Tüm çocuklar gibi, anlamaktan önce hissetmenin geldiğini biliyor. Sonradan o da unutacak bu bilgiyi, herkes gibi. Ama olsun, o anda biliyor işte."

"İyice yaksın canımı istiyorum çünkü, kemiklerime kadar batsın, boğazımdan yükselen çığlığımı, ısırdığım dudaklarımda susturayım."

"Gülerken ne kadar güzel göründüğünü fark ettim birden. Tüm beyazlığı içinde, güzel olduğunun farkında olmadığı için, kimsenin onu güzel bulmayacağını düşündüğü için bu kadar güzeldi belki de."

"Çünkü gülmek birdenbire olur, ağlamak gibi hesaplanamaz, cart diye güler insan. O güldüğü kısacık an boyunca, duvardan kurtuluyor sanki annem; elimi uzatsam dokunabilirim sanıyorum."

"Yıllar önce ben de bir kuyuya düşmüştüm" demek isterdim ona, kulağına eğilerek. "Bile isteye. Kimse itmemişti beni, yani kendim atlamıştım. Senin yaşlarında olmalıydım en fazla. Bir süre yalnız kalmıştım orada. Kafam karışıktı, iyi gelmişti o kuyu bana. Beni çıkaracak birini beklemiyordum. Ama beklemediğim içindi belki, bir gün ansızın çıkıp geldi. İşte tam da o yosunlu kuyu gibi kokuyorsun bana."

"Kitapçıda gördüm onu bu sabah. O kadar duru, o kadar saydamdı ki. Yüzünde henüz başkalarından hediye o korkunç izleri taşımıyordu."

Balkon - Jean Gennet

Bütün yapıtlarında yerleşik ahlak kurallarına aykırı bir ahlak anlayışının sözcülüğünü yapan Jean Genet başkalarının insana zorla benimsetmeye kalktıkları yazgıya karşı çıkmakla insanın gerçek kimliğini bulabileceği düşüncesinin inançlı bir savunucusu oldu.

Genet, Balkon' da toplumu, insanların düşlerini düşlerini gerçekleştirdiği bir genelev olarak tasarlar. Oyunun başında şatafatlı giysiler içinde gösterişli bir söylev çeken bir piskopos görürüz. Oyun ilerledikçe bu kişinin bir memur olduğunu Büyük Balkon adındaki Madam Irma' nın randevu evinde cinsellik ve iktidarla ilgili fantezilerini tatmine çalıştığını anlarız. Madam Irma' nın randevu evi bir yanılsamalar sarayıdır.
Tiyatro oyunu şeklindeki eser, anlatımın altında başka anlamlar içermekte. Okumadan önce konuyu anlamak için yazarla ve eserle ilgili başka incelemeleri okumakta fayda var. 
Kitabın tiyatro oyunu hakkında şu yazı okunabilir:  https://www.evrensel.net/haber/297058/jean-genetnin-balkonuna-buyrun 

Alıntılarım:

"Dünyanın dört bir yanında Büyük Balkon’u tanıyor insanlar. Herkesin ulaşamadığı, ama en namuslu yanılsamalar evidir burası..."

"Silahlar patlayınca her şey güçleşiyor. Önce taraflar belirginleşiyor, seçim yapabiliyor insan. Barış içindeyken bulanık gözüküyor ortam. İnsan kime ihanet ediyor anlayamıyor büsbütün. Hatta ihanet ettiğinin bilincinde bile olmuyor."

"CARMEN: Katiyen. Kerhanede çalışmak dünyayı yadsımaktır. Buradayım, burada yaşıyorum. Gerçekliğim, aynalarınız, emirleriniz ve tutkularınızda."

"Dışarısı için yaratılmamışım,uzun zamandır seninle duvarların korunağı arasında yaşıyorum.. Derim bile açık havaya katlanamıyor...Bir peçe verseydin bana...Ya tanırlarsa beni?"

"Birazdan yeniden başlayacak her şey... ışıkları yakacağız...giyineceğiz...Ah şu giyinip kuşanmalar yok mu! Rol dağılımları...kılık değiştirmeler..."