Bu Blogda Ara

7 Şubat 2021 Pazar

Stepançikovo Köyü - Dostoyevski

Dostoyevski Okuma Grubunda okuduğum bir kitaptı "Stepançikovo Köyü" Doğruyu söylemek gerekirse ilk sırada duyduğum ve ilk sıralarda okumayı düşündüğüm Dostoyevski kitaplarından biri değildi. Romanın ana karakteri Foma Fomiç ve onun çevresinde dönen amca yeğen karakterleri. Roman, bir üniversite öğrencisi olan Sergey’in, dayısının evinde tanıdığı Foma Fomiç’e dair anlatımlarına dayanıyor. Evin hakimiyetini eline almış şarlatan ruhlu Foma Fomiç’in komik maceraları romanın omurgasını oluşturuyor. Tabi Fomiç’in yanı sıra, Nastya, Tatyana İvanovna, Mizinçikov, Bahçeyev, Falaley ve Vidopliyasov gibi özgün karakterler de kendi öyküleriyle karşımıza çıkıyor. Çok sevdim mi? Sevmedim. Ama Dostoyevski yazdığı için okunur.

Güzel sözler var kitaptan:

"Dayım bir kere daha içini çekti.
-Başkalarına karşı daha şefkatli, dikkatli olun, başkalarını sevin; başkaları için kendinizi unutun, o zaman sizi de hatırlayacaklardır. yaşa, ama başkalarına da yaşama hakkı tanı! İşte bu, hayat kuralımız olmalı. Sabırlı ol, çalış, dua et ve ümitle yaşa. Bunlara alışmayı bütün insanlığa aşılamak istiyorum. Bu kurallara uyarak yaşayacak olursanız, herkesten önce ben size kalbimi açar, göğsünüzde ağlarım...gerekirse tabii...Ama hep 'ben, ben, tatlı canım...' derseniz, izninizle tatlı canınız da kabak tadı verir."

"Çamur neyle örtülürse örtülsün, yine çamurdur."

"Tatlı zamanlar gökten düşmez, onları biz kendimiz yaratırız. Onlar kalbimizin içindedir..."

"Kelle kesildikten sonra, saçların ardından ağlanır mı?"

"Zenginlerde buzağı, fakirlerde çocuk boldur!"

"Temiz, güzel bir yavruyken çayırlarda bahar kelebekleri arkasından koştuğum güzel çocukluk günlerim nerede?.. Nerede, nerede o zamanlar? Geri verin bana masumluğumu, verin bana onu!.."

Gün Olur Asra Bedel - Cengiz Aytmatov

 

Yıllar önce okuduğum fakat içimde tekrar okuma isteği uyandıran bir kitaptı. İyi ki okumuşum çünkü yeniden aynı tadı aldım. Unutmuşum bazı ayrıntıları. Bir kitabın insana her okuduğu yaşta farklı şeyler yaşatması gibi bir olgu var. Bazen okuduğunuzda farklı anlamlar yüklediğiniz bir kitaba üzerinden biraz zaman geçtikten sonra farklı anlamlar yükleyebiliyorsunuz. Kahramanları farklı açıdan görebiliyorsunuz.

"Gün Olur Asra Bedel" Cengiz Aytmatov deyince ilk aklıma gelen roman. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'u tanımam da Zülfü Livaneli sayesindedir. Doksanlı yıllardaki Issık Göl Forumunda çok bahsedilmişti Aytmatov'dan Zülfü Zivaneli yazılarını kaçırmadan okuduğum için o yıllarda bilgi sahibi olmuştum onun sayesinde.Neredeyse kankaydılar Aytmatov'la. Üzerinden bayağı bir zaman geçtikten sonra edinmiştim bu kitabını. Yedigey'i o zamanlardan tanımıştım. 

Kitapta bir yolculuk hikayesi var. Buna eşlik eden de gizli bir aşk. Yasak bir aşk. Kırgız gelenekleri. Arkadaşlık, dostluk. Güzel şeyler var. Benim çok sevdiğim bir kitap. Türk romancılığına yakın bulduğum romanlardan biri. Aytmatov'u diğer Rus romancılara yeğlerim. Lafı evirip çevirmeden uzatmadan anlatıyor. Çok Rus romanı demeli miyim onu da bilmiyorum ama. Sonuçta bir Rus tadı var. Zaman ve mekan olarak gizleseniz bile romanın  anlatım olarak  bir Rus romancısından çıktığı hemen belli oluyor. 

Ben çok konusundan bahsetmeyeceğim. Özetin özeti ise şöyle: Demiryolu işçisi iyi bir aile babası Yedigey'in ölen komşusu Kazangap'ı Kırgız geleneklerine göre tarihi mezarlıkları olan Anabeyit'e gömmek istemesi üzerine, ölenin oğlu ve damadı ile yola çıkması, yolculuk sırasında ve sonrasında yaşadıkları, ailesi, eşi Ukubala Kazangap'la ve komşusu Abutalip'le ve onun karısı Zarife ile olan ilişkileri anlatılıyor. 

Romanda yalnızca Parite Uzay üssü ile olan bölümler bana fazlalıkmış gibi geldi. Ya da verilen mesajı ben anlayamadım. Mankurt kelimesinin de nereden geldiğini öğrendiğim hikayeyi okuduğum bölümde bu kitapta geçmektedir. Eminim ki bütün herkes de Aytmatov'dan öğrenmiştir. Değil mi yoksa?

Çok alıntı var, bazıları:

"-Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştiremez. Elinden malını, mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu, kırar ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur."

"Yedigey çok sonra anlayacaktı ki, ruhunu ancak bu bozkır kadar enginleştirmesini bilenler o düzeye çıkabilirler, Sarı Özek'in sessizliğiyle baş başa kalabilirlerdi."

"Tanrı yok! Yok! Madem ki bile insan hayatı ile ilgilenmiyor, insanın derdinden anlamıyor, başkalarından ne beklersin! Yok işte! Tanrı Yok!"

“Baştan öyle sanmazdım ama bir insanın ayrılıktan ölebileceğine şimdi inanıyorum.”

"Şu anda, madem ki böyle bir makamda yüzümü Sana verdim, yaşadıkça ve aklım başımda oldukça Sana sesleneceğim, beni işit Allah'ım! Bilinen bir gerçektir ki insanlar Sana ancak çaresiz kalınca yardım dilemek için başvuruyorlar ve ellerinden başka bir şey gelmiyor. Bize acı, bizi koru, bize yardım et Allah'ım. İnsanlar doğru olsun, yanlış olsun, haklı olsun haksız olsun, her şeyi Senden isterler. Bir katil bile içinden, Sen'in onun yanında olmanı ister. Oysa sen hep susarsın. Neyleyim ki biz insanlar böyleyiz ve Sen'i özellikle başımız darda olduğu zaman hatırlarız, yalnız böyle zamanlar varmışsın sanırız. Yalvarıp yakarmalarımızın sonu gelmiyor. Sen "Bir"sin. Biz ise çoğuz. Şu anda Sen'den bir şey dilemiyorum, sadece aklıma gelenleri söylemek istiyorum."

"Araçlar çoktan gözden kaybolmuş, o genç adamları alıp gitmişti. motor gürültüleri bile duyulmuyordu şimdi. Sarı Özek dolaylarını iyi bilen ve ondan en son anıları saklayan tek kişi olan bu koca Kazangap, şu vadide, ıssız bozkırın ortasında, taze yığılmış bir tümseğin altında, o tek mezarda yatıp duruyordu. Yedigey çok iyi biliyordu ki, o küçük tümsek yavaş yavaş yassılaşacak, düzleşecek, Sarı Özek kırlarının pelin otları rengine bürünecekti. O zaman onu görmek de, bulmak da imkansız olacaktı. Toprağa karışıp gidecekti. Zaten toprak üzerindeki her şey eninde sonunda toprağa karışır, toprak olurdu..."   

3 Şubat 2021 Çarşamba

Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir - Şafak PAVEY

Şafak Pavey'in insani yardım görevlisi olarak  İran'da çalıştığı zamanlarda inanışları, hayat tarzları, görgüleri ve dış dünyaya bakışları farklı İran halkına dair gözlemlerini yansıttığı bir kitap.

Kitap, adını da İranlı şair Sohrab Sepehri'nin bir şiirinden almış.

Kitabın önsözünde şöyle diyor Pavey:

"Büyük bir coşku ile gittiğim ülkeden, derin bir hayal kırıklığı ile ayrıldım. Kolayca halledilebilecek, insana dair nice sorunun Kafdağı'nın arkasına gömülmesini, sosyal özgürlüklerin beş para değeri olmamasını hüzünle izledim.

Yine de ne zaman bir İran bahsi açılsa içim kıpırdar. Ne zaman İran'a dair bir şeyler duysam kulak kesilirim. İran, hayatıma benzersiz anılarını ekleyerek, gönlümde ne onunla ne onsuz olabilecek bir yere oturdu. Ömrümün sonuna kadar her İran bahsinde heyecanlanmaya devam edeceğim." diyor.

Öneririm, akıcı dilde anlatılmış, sizi 2000 yılların başlarında Ahmedinejad yönetimindeki İran'a götürecek güzel anılar var.


Alıntılara gelince:

"Beyim, İran'ı bir tepsi pilav olarak düşün, Şah döneminde kendisi bu pilavı iyi yemiştir ama kendisi ve etrafındakilerin bir sofra adabı vardı ve pilavı çatalla yerlerdi. Çatalın arasından yere, bizlerin toplaması için pirinç taneleri düşerdi. Ama şimdiki dönemde mollaların adabı da yok beyim. Pilavı kaşıkla yiyor bu güruh. Ve bize yiyecek tek bir tane pirinç düşmüyor."

"Hüzünle bana döndü ve 'Hatırlarsan bizde balkonlar geniş ve ferahtır. Ama hiç kimse balkon kullanmaz. Hele hele hiç kimsenin balkonda öğle yemeği yediği görülmüş şey değildir. Komşularına nasıl özendiğimi tahmin bile edemezsin' dedi. 'Bizde sadece Hazar Denizi kıyısında evi olanlar bahçelerine çıkabilirler. Bunun dışında kimse rejime balkonundan ya da bahçesinden görünmek istemez.' "

"Londra'da yaşayan kuzenine 'vatanı özleyip özlemediğini' sorduğunda, 'Güzel bir yemekteki eksik tuz' örneği ile açıklamıştı. Lezzetli bir yemeğin tuzunun olmamasına Farsça'daa 'jigo' deniyordu. 'Yaşadığın ülkede bir şey eksik biliyorsun ama hala orada yaşamaya devam ediyorsun. "

"Meğer bütün bu üniversite gençliği hareketi 'dünyadaki nükleer güce hayır' demek için değil 'İran nükleer güce sahip olsun' demek için meydanda toplanıp kendilerini zincirlemişledi."

"Ahmedinejad'ın Kolombiya Üniversitesi konferansını izliyorum. 'Bizim ülkemizde sizin ülkeniz gibi homoseksüeller yoktur' diyor ve dünyanın en ünlü akademisyenleri arasında gülüşmeler başlıyor...Tahran'daki gay arkadaşıma hemen bir telefon açıyorum. 'Bilmiyorsanız haber vereyim. Lideriniz sizin var olmadığınızı söylüyor. Çünkü ikimiz de dünyanın en sağlam yeraltı gay organizasyonunun İran'da olduğunu biliyoruz.' "

"Çocuklar baba soyadını taşırlar ama bizden farklı olarak kadınlar kızlık soyadlarını hiç değiştirmezler. İlginçtir, insanlar isimlerini asla değiştiremezler ama soyadlarını değiştirmek çok kolaydır."

"Biz İranlıları küçümsemek için onlara Acem deriz ama onlarda kendilerini bizden ve Azerilerden ayırmak için ısrarla ve gururla Farsi derler. Kendilerini ne kadar bizden ayırmaya çalışsalar da benzerliğimiz ayrıntılarda kolayca yakalanır. Büyük geçmişlerine sırtlarını dayar ve ne bugünle ne de gelecekle ilgilenirler."

"Arkadaşım Mitra, İranlıların Türkleri değil Türkiye'yi sevdiklerini düşünüyordu. Çünkü yaşadıkları bir gıdım özgürlüğü de Rıza Şah'la Atatürk arasında yapılmış süresiz anlaşmaya borçlu olduklarını bilir, minnet duyarlardı. Bu anlaşma sayesinde vizesiz olarak Türkiye'ye kaçabiliyor ve bir nefes alıp yeniden ülkelerine dönebiliyorlardı."

"Tahran'ın çözülmeyen korkunç trafik probleminin bir paranoyanın ürünü olduğu söylenir. Kimi İranlılar trafiğe çözüm bulunmamasının rejimin sürdürülebilirliğini sağlayan bir taktik olduğunu düşünür. Böylelikle mesela günün yarısı egzoz kokuları arasında bomboş bir beyinle trafikte geçiren kimseler başka bir işle uğraşmaya hal bulamayacaktır."

"Okul birincisi kızların yabancı ülkelerde master programına devam ederken burs alabilmesi mümkün. Ancak bu bursların hiçbir şekilde değiştirilemeyen keskin bir koşulu var. Başvuru yapıp, yurtdışına çıkabilmeleri için meğer evli olmaları gerekiyormuş. Azize'nin bu bursu alabilmek için evlenmeyi düşünmesi içimi acıttı."

"Tahran' a büyük bir oryantalist aşkla tamamen isteyerek, heyecanla, hevesle gelmiştim. Sadi'yi, Rumi'yi, Razi'yi, Hayyam'ı, Farabi'yi, Biruni'yi yetiştirmiş, İslam dünyasına sanatı, minyatürü, resmi, mizahı katmış büyük Fars medeniyeti ile kaynaşmaya gelmiştim...Kaldığım yıllar boyunca dünya mirası bir büyük medeniyetin nasıl yok edildiğine, sanatın, mizahın, resmin nasıl hayattan çıkarıldığına içim acıyarak tanık oldum."

20 Ocak 2021 Çarşamba

Ne Güzel Çocuklardık Biz - Metin Celal

 

İnsanın kendini bir geçiş noktasında hissettiği zamanlar vardır. Geçmişi geride bırakıp gönül rahatlığıyla geleceğe bakmak istediği bir nokta. Bir romanın kahramanları işte tam da o anda yeni hayatların, yeni ilişkilerin, aşkların başlangıcında geçmişleriyle hesaplaşıyorlar. Bu hesaplaşma onlar için aynı zamanda unutmak istedikleri, belleklerinden kazımaya çalıştıkları anılardan, anlardan kurtulmanın bir yolu.

Aşklar, ölümler ve bir hamlede kesilip atılamayacak ilişkiler varken bedelini ödemeden geçmişi silmek mümkün mü? Umutlar, acılar, ihanetler, hüzünler, coşkulu anlar, tarifsiz mutluluklar ve en önemlisi uğruna hayatlarını feda ettikleri inançlar kolayca unutulabilir mi? Metin Celâl ilk romanında kendisinin de içinde yer aldığı 78 Kuşağı'nı konu edinmiş. Yazarı bir dönem gençliğinin bugüne değin abartılar, karalamalar ya da önyargılarla ele alınmış mücadelelerini, özlemlerini, dostluklarını, sevgilerini, cinselliklerini, kısacası 70'li yıllardan 80'li yıllara uzanan günleri, o günleri soluk soluğa yaşayanları içeriden bir bakışıyla anlatıyor.

Alıntılarım ise şöyle:

"Memeucu mor bir namlu gibi, dokunulduğunda hayat fışkıran...annenin yavrusuna uzanan sevgi parmakları. uzun. Uyarılmış."

"Gözlerin ne kadar canlı. Nefes alıyor, konuşuyor, dert yanıyor. Anadolu'nun uzak bir kasabasının tek ışığı gibi. Umut veriyor."

"Yumuşacıktı kalbim o zamanlar. Her şeye inanmaya hazırdım. Böyle basmakalıp, ucuz iltifatlara kanıyor, onları hemen belleğime kazıyordum."

"Hüngür hüngür ağlamak istediğini düşündü. Ağlasa ferahlayacaktı. Ama onu bile beceremeyeceğine o kadar emindi ki... Bir damla yaş... Daha fazlası olmayacaktı."

17 Ocak 2021 Pazar

Hep Eve - Henrietta Rose Innes

 Güney Afrika’nın en önemli yazarlarından Henrietta-Rose Innes
"Hep Eve" adlı bu kitabında küçük öyküler sunuyor. İlk kez bir Güney Afrikalı yazarın eserini okudum. Öykülerin hepsi başkent Cape Town'da geçiyor. Öykülerde hep binalar var, evler var. Dikkatimi çeken ise öyküler hep iki kahraman arasında geçiyor. Güzel öyküler var ancak beklentimin altında bir kitap oldu diyebilirim.

İlk öyküde -ki kitapla aynı adı taşır- semtlerini yabancılayan bir kadın bu hisle baş etmenin yolunu evlerinin yanı başındaki lüks otelde arıyor. Bir adam yitik çocukluk hatırasını aramak için bir alışveriş merkezinin cam kubbesine tırmanıyor. Sevgililikte bocalayan bir delikanlı, yaşlanan bir metin yazarı, eski kütüphanenin koridorlarında yaralı bir gangsterle karşılaşan bir çocuk, hayatı annesinin deliliğinin gölgesinde kalan genç bir kadın, kimyasal bir felaket sonucu boşalan şehirden kaçamayan bir yarı alkolik.
Cape Town’da yaşayan bu karakterler eve dönmenin yeni yollarını buluyor ve bu yolculuk sayesinde dönüşüyorlar. 

Alıntılar fazla değil:
"Berrak gökler görmek istiyordu, tatlı kokulu bir bozkır. Eğer gözlerini kapatırsa bir kurbağanın sesini duyabilirdi."

"Yıldızların arasındaki boşlukların hiçbir deseni olmamasını seviyordu, sudan daha yumuşak, sadece sonsuz bir derinlik."

"...bazen de,mutluluk içinde cam bir örtüden düşüyor,mücevherlerden bir bulut onu yakalamak için yükseliyordu.Bazı rüyaları da düştüğünde başlıyor,parçalanmış kristallerden bir yığının üzerinde,üstü başı cam kırıklarıyla kaplı oluyor."

"... neredeyse kütüphanenin dışında gerçek bir dünya olduğunu, bu kitapların o dünyanın gölgesinden, yansımasından ibaret olduğunu unuttuğu anlar olurdu.”

“Ne var ki şehirde? Açgözlülük ve keder var, o kadar. Açgözlülük ve keder.”

“Küçük bir kızken hayran olduğu Kirstenbosch’un eğimli çayırlarına benziyorlardı. Bir kütük gibi tepeden aşağı yuvarlanırken annesiyle babasını bekletir, kolları ve bacakları kızarıp başı dönene dek durmak bilmezdi. Aynı şeyi daha sonra büyüyünce de denemiş ama çocuk gibi oyun oynayan bir öğrenci olarak tek hissettiği şey mide bulantısı olmuştu. Parklardaki salıncaklar için de aynı şey geçerliydi - çocuklukta salıncak keyif verir, büyüyüp belli bir yaşa gelince birdenbire mide bulandırıcı olurdu. Araba lastiğinden koltuklara sığmaz olduğunuzu da aynı yaşlarda fark ederdiniz. Serbest uçuş, baş dönmesi, delice heyecanlanmak... İnsan bunları istemekten ne zaman vazgeçerdi?”

12 Ocak 2021 Salı

Vajina Monologları - Eve Ensler

Tiyatro oyunu doksanlı yıllarda ülkemizde gösterime girdiğinde bazı kaymakamlıklarca yasaklanmış bir oyunun kitabı "Vajina Monologları". Erkek milleti olarak küfürlerde ağzımızdan düşürmediğimiz iki harfli kısaltması beş harfli "vajina" olarak karşımıza geldiğinde nedense tabu oluyor. Adını duymaya bile tahammül edemiyoruz. Bu kitapta vajina hakkında her şey var. Kadının vajinasını keşfi de var, erkek gözüyle değerlendirmesi de. Daha çok kadınların vajinaları ile yüzleşmeleri var. 

Senarist, yazar ve oyuncu Eve Ensler'i kadınlarla yaptığı söyleşilerden esinlenerek yazdığı Vajina Monologları, onların en derin acılarını, korkularını, hayallerini ve tutkularını gözler önüne seriyor; kadın kavramına yepyeni bir bakış açısı getiriyor.

Alıntılar, alıntılar:

"Kendimize yönelik nefretimiz aslında erkek egemen kültüre duyduğumuz nefretin bastırılması ile oluşmuştur."

"O zaman anladım ki, kılların orada olmasının bir nedeni var; çiçeğin etrafındaki yapraklar gibi, evin etrafındaki çimen gibi. Kılları sevmelisiniz, yoksa vajinayı sevemezsiniz. İçinden yalnızca beğendiklerinizi seçemezsiniz."

"Vajinam benim memleketim."

"Vajina Gerçeği 1593 yılında görülen bir cadılık davasında savcı (evli bir adam) büyük ihtimalle klitorisi ilk defa keşfediyor ve onu şeytan memesi olarak tanımlıyor. Kesin bir cadılık kanıtı."

"Anlatamayacağım. Aşağısı ile ilgili konuşamayacağım. Aşağısıdır işte. Bodrum gibi. Ara sıra gürültü olur. Borular ses yapar. Bir şeyler saklanır orada. Küçük hayvancıklar dolaşır. Sonra, ıslaktır ve bazen insanlar oraya inip bazı çatlakları tamir etmek zorunda kalır. Ama genelde kapısı kilitlidir. Orayı unutursun. Yani evin bir parçasıdır ama orayı görmezsin, düşünmezsin. Ama orası olmadan da olmaz. Çünkü, her evin bir bodruma ihtiyacı var, yoksa yatak odaları zeminde olurdu."

"Her şeyden önce, vajinanın yerini bulmak bile bir mesele. Kadınlar ona haftalarca, aylarca, bazen yıllarca bakmıyorlar bile. Yüksek rütbeli bir iş kadını onunla yaptığım bir söyleşide bana hep çok meşgul olduğunu söyledi, zaman ayıramıyormuş."

Kedilere Dair - Doris Lessing

Kötü anılarla başlayan ve çoğu kişinin kitabı okumayı bırakmasına yol açan bir girişten sonra yazarın hayatına giren kedileri anlattığı ve onlarla kurduğu duygusal ilişkileri -eğer bir kedi severseniz- okura da yansıtmayı başardığı bir kitap Doris Lessing'in Kedilere Dair adlı kitabı. Ben anlatımı çok sevdim. Ön yargılı yaklaşmayı hak etmeyen bir yazar.

Duygusal ve güzel alıntılar aşağıda:

"İşte burada tüfek kullanmanın bir anlamı vardı. Kuşlar gökyüzünde binlerce mil boyunca hareket özgürlüğüne sahipti. Oysa kedinin bir yuvası, bir eşi ve yavruları olurdu -hiç olmazsa bir yuvası olurdu. Bir kedi yaşamak için bizim tepeyi seçtiğinde, onu vururduk. Kediler duvarlardaki ve tellerdeki en olmadık küçük delikleri bulur, geceleri kümeslere girerlerdi. Yaban kedileri bizim evcil kedilerimizle çiftleşirlerdi. Bizim evcil, barışçıl pisilerimizi kandırıp, onlara göre  olmadığına inandığımız yaban alandaki tehlikeli yaşama götürürlerdi. Yaban kedileri, rahatı yerinde hayvanlarımızın konumunu tartışmalı hale getirirdi."

"Bu bakımdan babam da fena sayılmazdı; köylü çocuğuydu. Ama bir şey yapılacağı, harekete geçileceği, kesin bir karar alınacağı zaman babam olumsuz bir tavır takınır, gereken, annem yapardı. Babam ironik ve aslında hayranlık dolu bir öfke ile, 'Demek öyle! Öyle olsun bakalım! derdi. Sonra yelkenleri suya indirir, 'kontrol altında tutulduğu sürece doğaya itirazım yok,' derdi.
Ancak doğayla aynı kumaştan dokunmuş, hatta onu bir görev ve sorumluluk olarak kabullenmiş olan annemin, duygusal felsefelerle kaybedecek zamanı yoktu."

"Sabahları uyandığımda yüzümü yan donmuş çarşaflara dönerdim; yatağın kürk battaniyenin dışında kalan kısmı soğuktu; yan odadan gelen badana kokusu soğuk ve antiseptikti; kapının dışındaki tozları bir yerden bir yere savuran rüzgar soğuktu -ama kıvrılmış kolumun içinde hafifçe mırlayan bir sıcaklık olurdu, kedi, arkadaşım."

"Kedinin insanları eve dönüşünü beklemesi canımı sıkıyordu -tıpkı köpek gibi; ille de sizinle aynı odada olmak, ilgi görmek istiyordu - tıpkı köpek gibi; yavrularken insanların onun başında beklemesi gerekiyordu. Yeme alışkanlıklarına gelince, savaşı daha ilk hafta kazandı. Bir kez bile az pişmiş dana ciğeri ve mezgit buğulamadan başka bir şey yemedi. Bu damak zevkini nereden edinmişti? Eski sahibine sordum, bilmiyorum dedi tabii. Önüne yemek artıkları ve konserve mama koydum, biz ciğer yiyinceye kadar oralı olmadı. İlle de ciğer istiyordu. Ciğeri de tereyağında pişmedikçe yemiyordu. Bir keresinde pes edinceye kadar onu aç bırakmaya karar verdim. 'Dünyanın başka bölgelerinde insanlar açlık çekerken bir kediyi böyle beslemek gülünç bir şey, vs, vs."

"Görünüşe bakılırsa sahibi olmayan iri bir kara kedi, apartmanın merdivenlerinde yaşamaya başladı. Birimizin onu sahiplenmesini istiyordu. Oturur, içeri girilir veya dışarı çıkılırken birimizin kapısı açılsın diye bekler sonra miyavlardı, ama birçok kez terslenmiş gibi, çekinerek. Biraz süt içer, yemek artıklarını yerdi, bacaklara sürtünür, kalmak için izin isterdi. Ama ısrar etmeden, hatta aslında ümitsizce. Onu kimse almadı. Her zaman olduğu gibi tuvalet meselesi vardı. Kimse elinde pis kokulu toprak kutusu, merdivenlerle çöp bidonu arasında mekik dokumak istemiyordu. Üstelik apartmanın sahibi kedi istemiyordu."

"O kış iki arkadaşımıza bir kedi yavrusu vermek istemişler. Bir arkadaşlarının Siyam kedisi, sokak kedisinden yavru yapmış. Melez yavruları bedavaymış. Bahsettiğim arkadaşlar, karı koca küçük bir dairede yaşıyorlar, üstelik bütün gün dışarıda çalışıyorlardı; ama yavruyu görünce dayanamamışlar. Yavru hafta sonunda gelmiş, iki gün konserve ıstakoz çorbası ve tavuk sufle ile beslemişler; hayvan ille de erkeğin, yani H.'nin çenesinin altında ya da hiç olmazsa tenine değen bir noktada uyumak istediği için, birbirine düşkün çiftin gecelerini berbat ediyormuş. Karısı S. telefonda tıpkı Colette'in hikayesindeki kadının başına geldiği gibi, bir kedinin kocasını elinden almakta olduğunu söyledi."

"S. H'yi alıp giderken: Bu iş biraz daha devam etse kocasız kalacaktım diyordu. Kocası çok mutsuz ayrıldı, sabahları pembe bir dilin insanın yüzüne yavaşça dokunmasıyla uyanmak kadar harika bir şey olamazdı."

"Kendinin mağrurca farkındaydı, güzellikten başka özelliği olmayan bir kız gibi: Hep içindeki kameraya göre poz veren beden ve yüz, maske gibi yapmacık bir duruş; Bakın ben buyum işte, saldırgan göğüsler, hep hayranlarını arayan, gülmeyen, düşmanca bakan gözler."

"Bir kedinin  ilk kez doğurmasını izlemek çok hoş oluyor, beyaz jelatin kesesinde kıvranan o küçücük şey ortaya çıkar çıkmaz anne kedinin keseyi yalayarak çıkartması, göbek kordonunu kesmesi, doğumdan artakalanları yemesi, bütün bunları şahsen ilk kez yapıyor olmasına rağmen bu kadar tertemiz, bu kadar ustaca, bu kadar kusursuzca yapması. Hep bir duraklama anı vardır. Yavru dışarı çıkmış, kedinin arka tarafında yatıyordun. Kedi tuzağa düşüp de kaçmak isteyenlerin tepkisiyle kendisine bağlı yeni nesneye bakar; bir daha bakar, ne olduğunu bilmiyordur; derken uyarıcı mekanizma devreye girer, kedi isteneni yapar, anneliğe geçer, mırlar, artık mutludur."

"Kedileri tanıyıp, hayat boyu kedilerle birlikte olunca geriye insanlara karşı duyulandan çok farklı bir hüzün tortusu kalıyor. Onların çaresizliği karşısında çekilen acı, hepimiz adına duyulan suçluluktan oluşan bir tortu."

"Bunların -alacağı, hakkı - üstüne saldırgan bir şekilde kapanır, oğluna dik dik bakar ve telaş etmeden sadece yeteri kadar yerdi, bir lokma fazla değil. Önüne konanların hepsini nadiren bitirir; hemen her zaman birazını tabakta bırakır -şehirlilere Özgü bu görgü kuralına gri kedinin de uyduğunu görünce, edepsizce bir saldırganlıktan kaynaklanabileceğinin ilk kez farkına vardım. 'Bunu bitirmeyeceğim -aç değilim, çok fazla şey yapmışsın, ziyan olması senin suçun' 'Çok yiyeceğim var, bunu yemeye ihtiyacım yok' 'Çok kibar ve üstün bir yaratığım, yemek gibi basit şeylerin çok üstündeyim.' Bu sonuncusu gri kedinin tavrıdır"

"Derken gri kedinin işleri aniden ters gitmeye başladı. Oğlunu alacak olan kişi en sonunda aldı ve Kensington'a götürdü. Dört yavru yeni evlerine gittiler. Biz de artık yeter dedik, bundan sonra yavrulamamalıydı.
O zamanlar bir dişi kediyi kısırlaştırmanın ne anlama geldiğini bilmiyordum. Tanıdıklarım dişi olsun erkek olsun kedilerini 'ameliyat' ettirmişlerdi. Hayvanları koruma derneğine soruldu, kesinlikle tavsiye ettiler. anlaşılır nedenlerle: Her hafta yüzlerce istenmeyen kediyi imha etmek zorunda kalıyorlardı. Yalnız hayvanları koruma derneğindeki hanımın sesinde aynı köşe bakkaldaki kadının sesindeki tonlama vardı, ne zaman yavrulara ev bulmak için o tarafa gitsem sorardı: 'O işi hala halletmediniz mi?' 'Zavallıcığı bütün bunlara katlanmak zorunda bırakıyorsunuz, insafsızlık bu bence' 'Ama yavrulamak doğal bir şey' diye ısrar ederdim, ki bu da yalanın daniskasıydı, çünkü gri kedinin annelik içgüdüleri, bizim ona dayattıklarımızdan ibaretti."