Bu Blogda Ara

9 Ekim 2020 Cuma

Boğulmamak İçin - George Orwell

1984 ve Hayvan Çiftliğinden sonra okuduğum üçüncü George Orwell kitabı Boğulmamak İçin. 1984' e göre daha anlaşılır bir kitap. Küçük bir İngiltere kasabasında doğmuş ve 1. Dünya Savaşı başlayana kadar 21 yıl burada yaşamış bir taşralı gencin, savaşla birlikte değişen hayatı anlatılıyor. Yıllar sonra doğduğu kasabaya giden ve orada eskiye dair umduğu şeyleri bulamayan George Bowling'in hikayesi. George Orwell romanlarında rastladığımız özellikleri barındıran kitap başlarda sıkan sonraları akan bir görüntü sunuyor. Konu basit ama her zamanki gibi arkasında saklanan anlamlar karmaşık ve düşünmeye değer.
Alıntılara gelince:

"Geçmiş tuhaf şey. Hep yanınızda taşıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki on, yirmi yıl önce olmuş şeyleri düşünmeden geçirdiğiniz bir saat bile yoktur; ama yine de çoğu zaman geçmişin, bir tarih kitabındaki bir sürü bilgi gibi, öğrendiğiniz bir olgular kümesinden ibaret kalması dışında bir gerçekliği olmuyor. Derken rastgele bir görüntü  ses veya koku ama özellikle de koku sizi bir anda alıp götürüyor ve o zaman da geçmişi hatırlamakla kalmıyor, içine giriyorsunuz."


"....bir tür ilaçtı Kutsal Kitap, yutmanız gereken bir şekilde gerekli olduğunu bildiğiniz acayip bir tadı olan bir şeydi."

"Savaş çıkmasaydı ben ne olurdum? Bilmiyorum ama şu an olduğumdan farklı biri olacağım kesin. Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedi ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi. Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Balık tutmayla ilgili en iyi anılarımın asla yakalayamadıklarım hakkında olduğunu söylemiştim."

"Ayağımı gaza iyice bastım. Aşağı Binfield'e gitmenin düşüncesi bile iyi gelmişti. Nasıl bir duyguya kapıldığımı tahmin edersiniz. Boğulmamak için su yüzüne çıkıyordum! ..Bir çöp kutusunun dibinde boğuluyoruz hepimiz; ama ben yüze çıkmanın yolunu bulmuştum. Aşağı Binfield' e dönüyordum." 

"Bir insanın kalbi durunca öldüğünü söyleriz.Belki insan asıl beyni durunca ölüyor, yeni bir düşünceyi idrak etme gücünü yitirince."

"Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı.O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedî ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi.Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Savaş insanların başına olmayacak şeyler getiriyordu.Ve asıl sıra dışı olan şey onun insanları nasıl öldürdüğünden çok,onları bazen nasıl öldürmediğiydi."

"Ben çocukken her gölet ve derede balık olurdu. Şimdi göletlerin hepsi kurudu, dereler de kimyasallarla zehirlenmediyse bile paslı teneke kutuları ve motosiklet lastikleriyle doldu."

7 Ekim 2020 Çarşamba

Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı - Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan sevdiğim yazarlardan Türk olmamasına rağmen Türkçe kelimelerle güzel oynuyor ve Türkçe kelimelerin kökenine ve birbirleri ile olan ilgisine ya da ilgisizliğine çok güzel değiniyor. Etimolojiye meraklı olanların çok ilgisini çekecek bir kitap. Kelimelerin kökenleri üzerine çok ilginç bilgiler içeriyor. Kesinlikle sıkıcı değil. Kitapta birbiriyle alakasız gibi görünen iki kelimenin aynı kökten türeyişi anlatılıyor. 

Çok alıntı var:

"Alfabeyi bundan 3000 küsür yıl önce Fenikeliler icat etmiş. Öküz anlamına gelen alep a olmuş, ev anlamına gelen bet b, cirit sopası anlamına gelen gmel g, kapı anlamına gelen dalıt d olmuş."

"Eski Yunancada kadın anlamına gelen sözcük gyne veya gynaike. Örneğin "kadın hastalıkları uzmanlığı" anlamına gelen gynecologie sözcüğünün Fransızca telaffuzu jinekoloji."

"Sivri külahlı kahverengi cübbe giyen Fransisken rahiplerine verilen capuccino lakabı İtalyanca capuccio'dan türemiş. Espresso kahvenin üzerine sivri külah şeklinde krema oturtarak yapılan kapuçino sanırım İtalya'da 1945'ten sonra üretilmiş saygısızca bir benzetme."

"Diş-temizler anlamında cure-dent (kürdan) ile rahim içinin kazınarak temizlenmesi anlamında curetage (kürtaj) "cure" fiilinin türevleri."

"Chauffeur ya da "ısıtıcı" eskiden buharlı trenlerde ocağa kömür atan ateşçinin adı iken, benzin motorlu otomobilin icadından sonra bu cehennem aletini kullanan kişilerin lakabı olmuş. Türkçesi şöfer değil şoför.

"Çeyrek... Rahmetli anneannemin "çaryek" diye söylediği bu kelime Farsça çar ve yak sözcüklerinden oluşuyor. Düpedüz "dört bir" veya dörtte bir demek."

"Eskiler seks deyince birleşmeyi değil daha çok ayrışmayı anlarmış. Latince sexus'tan kastedilen şey de pek sex on the beach değil, insanların kadın ve erkek olarak iki cinse ayrılması."

"Eski İbrani peygamberler kıyametten bir süre önce gelip günahkarı günahsızdan ayıracak olan büyük peygamberi "yağla ovulmuş" anlamında İbranice "masiyah" adıyla anmışlar."

"Farsça çâr: dört. (4) Mesela çeyrek. Çâr ve yek sözcüklerinden oluşuyor. "Dörtte bir" demek. Çarşamba (çârşanba), dördüncü gün anlamına geliyor. Çerçeve (çârçûbe), dört çubuk demek. Çarşı (çârsû) ise dört kenar. Ticari amaçla kullanılan büyük dikdörtgen açık alana çârsû deniyor."

"Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor."

"17. yüzyılda "altın ve gümüşün saflığını sınamak" anlamında İngilizce "to test" fiiline rastlıyoruz. Bir süre sonra değerli metaller dışındaki şeyler de test edilir olmuş... "Test tipi sınav" deyimi aslında sınav tipi sınav anlamına geliyor."

"Bir kere sevdanın sevmekle, sevgiyle alakası yok. Arapça "sawda" kara safranın bir adı. Fransızcası melankoli: Ibni Sina ekolünden hekimlerin insanı kara kara düşüncelere sevk ettiğini söyledikleri bir vücut salgısı."

3 Ekim 2020 Cumartesi

Okulsuz Toplum - Ivan Illich

Ivan Illich, "Değerlerin kurumsallaşması"na karşı duran Okulsuz Toplum adlı yapıtında, var olan eğitim sistemlerinin açmazlarını gösterip; eğitim ve öğrenimin okul dışına çekilmesi ve toplumun okuldan arındırılması gerektiğine değiniyor.

Verimsiz, tekdüze eğitim izlenceleri yerine; bireyler arası yakınlığı, tüketici olmak yerine doğaya karşı sorumlu olmayı geçirip; "bilgi"nin tekelleşip metalaşmasına karşı çıkarken, istenebilir bir geleceğin evrensel ve insancıl eğitim biçimleriyle gerçekleşeceği üzerinde duruyor.

Çok hızlı akan bir kitap değil, anlaşılması epey zor. Düşünerek okumak gerekiyor.

Alıntılarım ise şöyle:

"Okul, yaşadığınız topluma ihtiyacınız olduğuna sizi inandırmaya çalışan bir reklam ajansıdır."

Okuma ediminden zevk alan pek çok insan bu huyu okulda edindiklerine inanmaktadır. Doğruluğu araştırıldığındaysa, bunun bir yanılsama olduğu ortaya çıkmaktadır."

“İhtiyaç duyduğumuz yapılar, her insanın öğrenmek ve diğerlerinin öğrenmesine yardımcı olmak suretiyle kendisini tanımlamasını mümkün kılacak olanlardır.”

Günümüzde bile vatandaşların hatalı bir şekilde, okulun belli bir amaca uygun öğrenme başarılarına duydukları güvenin okula bağımlılığı sağladığına inanılmaktadır. Halbuki okul sistemi, insanlara eşit şanslar vermek yerine, imkânların dağılımında tekelleşmeye yol açmıştır."

"İki yüzyıl  önce, Birleşik Devletler, kilise tekelini ortadan kaldırma hareketinde dünyaya öncülük etmişti. Günümüzde ise, okul tekelini ve ayrımla ilgili önyargıyı yasal olarak bir araya getiren bir sistemin  anayasal olarak ortadan kaldırılmasına ihtiyaç duymaktayız. Modern,  hümanist bir toplum için haklar yasasında yapılacak ilk düzenleme şu şekilde olmalıdır. 'Devlet eğitimle ilgili herhangi bir yasa yapma hakkına sahip değildir.' Böylece eğitimle ilgili kalıplaşmış herhangi bir zorunluluk artık söz konusu olmayacaktır."

"Paradoksal olarak, okullaşmanın kesinlikle gerekli olduğu yönündeki inanç sadece çok az sayıda insanın okullardan istifade edebildiği ve gelecekte de bu sayının aynı olacağı ülkelerde hakimdir. Latin Amerika' da eğitimi gerçekleştirmek için aileler ve çocuklar tarafından hala pek çok farklı yol izlemektedir. ulusal gelirden okullaşmaya ayrılan pay, zengin ülkelere nazaran belki de daha fazladır. Fakat yapılan yatırımlar toplam olarak dört yıllık zorunlu bir eğitim için bile yetersizdir. Castro, 1980 yılında ülkedeki üniversiteleri ortadan kaldıracağı, tüm hayatı bir eğitim süreci haline getireceği sözünü verdiğinde sanki ya doğru bir eğilime sahipmiş gibi konuşuyordu. Bununla beraber, orta ve yüksek okullarda, diğer Latin Amerika ülkeleri gibi, Küba da okul yaşı olarak belirlenen dönemi, sorgulanamaz bir amaçmış gibi ve sadece geçici kaynak sıkıntılarından meydana gelecek kesintilerle gecikebilecek bir dönem olarak kabul edip ona göre hareket etmektedir."

"Her yerde, sadece eğitimi değil, bir bütün olarak toplumu okulsuzlaştırmak gerekiyor."

2 Ekim 2020 Cuma

Dahi Diktatör - M. Celal Şengör

Kimileri sevmese de benim beğendiğim yazarlardan biridir M.Celal Şengör. Onun 'Dahi Diktatör' kitabında Atatürk okul kitaplarında anlatılmayan, ezberlenmemiş yönleriyle, savaşları, devrimleri, cehalete karşı savaşı, bilimin ışığında yaptıkları anlatılıyor. Dahiliğinin yanında ona diktatör denilmesinin nedenleri ve bu kavramın nereden çıktığı anlatılıyor. Kapsamlı bir kitap, anlatılanlar bildiklerimizin dışında şeyler. Konu içinde açılan konularla okuyucu daha derin araştırmalara itiyor. Ben severek okudum.

Çok alıntı var. Bazıları şöyle: 

"Atatürk, etrafındaki insanlardan çok bezgindi. Rahmetli dedem anlatırdı, 'Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır. Kahrından öldü.' Derdini anlatacak adamı yoktu. Arkada bıraktıklarından hakikaten Atatürk' ün ne dediğini, anlamış sadece bir kişi vardı, o da Hasan Ali Yücel' di."

"Diyanet İşleri'nin başına öyle isimler geliyor ki... Şerafettin Yaltkaya'yı düşün mesela. Şerafettin Yaltkaya fötr şapkayla işine geliyor, makamına otururken fötr şapkasını çıkarıyor, sarığını takıyor, çünkü o resmi serpuşu. Oturuyor işlerini yapıyor, akşam evine giderken sarığını çıkarıyor tekrar fötr şapkasını takıyor. Mustafa Kemal'in hayal ettiği böyle bir diyanet."

"Atatürk özgürlük hakkında diyor ki, 'Tabiatta özgürlük yoktur. dolayısıyla özgürlüğün sınırları vardır. Ama bu sınırlar içerisinde özgür olmak da şarttır.' Yani insan tabiatın, çevrenin bize dayattığı sınırlar içerisinde mümkün olduğu kadar ilave sınırlar koymadan özgür olmalı.
Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. 'Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin."

"Geoffrey Lewis'in bir lafı var: 'Atatürk sıkı bir tartışmaya bayılıyordu ama bunu yapacak insan yoktu etrafında.' Atatürk kendine kafa tutulmasını isteyen bir insandı, bunu anlıyoruz. Bu, aynı zamanda dehanın da bir işaretidir; her türlü fikirden istifade etmek. Birkaç çok yakın arkadaşı dışında etrafında bunu yapacak insan yok ve Atatürk bunun çok açık bir şekilde farkında."

"Atatürk hala önemli mi bizim için? Çok önemli. Çünkü Atatürk adını sil, yerine akıl yaz, akılsız hiçbir şey yapamazsın, aklın olmadan atacağın her adım seni felakete götürür. Aklının seni iyiye götüreceğinin garantisi yoktur, ama orada adam gibi bir şey yapma  ümidin, aklını paranteze alarak yaptığından çok daha fazladır. Atatürk bunun için önemlidir. Atatürk bize aklın neler yapabileceğini göstermiştir. Bunun mümkün olduğunu göstermiştir; ama 'Ben böyle diyorum, böyle yapın' dememiştir. Bilakis, 'Ben hiçbir şey söylemiyorum' demiştir.

"Dolayısıyla Atatürk'ün diktatörlüğünün sebebi her şeyden ve her şeyden önce bağımsızlığı ve hürriyeti öğretmek, insanlığı, akılcılığı öğretmek. bunu yapmak için de diktatörlük yapmak mecburiyetindesin. Ama Atatürk' ün yaptığı diktatörlüğün bir farkı var. Onun diktatörlüğünün içinde zorbalık yok, düşüncesini öyle ya da böyle empoze etmek var. Ama bu empoze etmek kişisel kapris ürünü değil. Nihayetinde kararı yine sen alıyorsun, karar veren sensin. Kendi fikirlerini 'Ben böyle itiyorum' diye empoze etmiyor Atatürk. Ortaya atıyor, tartışıyor, tartışıyor ve karşısındaki onu yıkamıyor. Sonunda onun fikri galip geliyor ve oy veriliyor. O oylarla alınıyor bütün kararlar. Ama mutlaka ve mutlaka oy isteniyor. Diyor ki, 'Bunlar benim fikirlerim dahi olsa bunları millete anlatmam lazım, kabul ettirmem lazım, ancak milletçe kabul edildikten sonra bunları tatbik edebiliriz. Her şeyin başı millettir.' "  

"Ahlakın temeli din olabilir mi? O da mümkün değil, çünkü din başka bir adamın lafıdır. Birileri çıkmış, o dinin otoritesini sağlamak için bir şeyler söylemiş. ' Bana bunu birileri söyledi, bizi yaratan söyledi' demiş. Peki, bu birileri bunları bana niye söylemiyor? Bu yaratan bu kadar güçlüyse niçin bir elçi kullanıyor. Hepimize tek tek söylesin rahat edelim. Dolayısıyla dinin ahlakın temeli olması söz konusu değildir. Gazali, 'Nedenselliği temellendiremiyoruz, o zaman vahiye inanalım derken ve nedenselliği temellendiremezken, vahiy dediği şeyin de nihayetinde bir adamın lafı olduğunu düşünmüyor; peki bu lafa nasıl inanıyor? Kendi gözüyle gördüğünü temellendiremiyor ve bir başka adamın lafına sığınıyor. Olacak iş değil bu. Ben Tanrının elçisiyim ruhlara konuşuyorum, gökyüzünden mesaj alıyorum, tanrının oğluyum vs. Bunları bugün söyleyen biriyle karşılaşıldığında ilk yapılacak iş bir psikiyatrı aramak olur. Zaten aklı başında insanlar bu tür iddialarda bulunanlara artık akıllı bir insan muamelesi yapmıyorlar....Peki, Yunan'da neden peygamber çıkmıyor? Her ne kadar bir kaç peygamberlik heveslisi olmuşsa da orada da, Yunanlı, 'Bak kardeşim bu dediğin zırvalık vs.' diyerek bu iddiaları reddetmiş."

"Atatürk çok okuyan bir insan olarak, şu aksaklıkların pek çoğunu tespit etmiştir: Dinin getirdiği aksaklıklar, padişaha bağlılığın getirdiği aksaklıklar, aile içi yapılanmanın getirdiği aksaklıklar, birden fazla kadını eş olarak almanın getirdiği aksaklıklar vs. bunların temizlenmesi için dünyanın en ileri medeniyeti Batı medeniyetine benzememiz gerektiğini görmüştür. Fakat bu medeniyeti aynen almak yolunu seçmemiştir, mesela kanunları Fransa'dan, İsviçre'den ve başka bazı ülkelerden olmak üzere farklı kaynaklardan almıştır. Medeniyet olarak tanımladığı olguya dahil olmamız gerektiğini düşünmüş ve medeniyeti de şöyle tanımlamıştır: ' İçindeki insanların kişisel otoriteye bağlanmadan birbirleriyle birlikte yaşayabildikleri bir toplum, medeni bir toplumdur.'  Yani, bir padişaha, bir halifeye, bir peygambere bağlanmadan yaşanabilecek bir toplum yaratmak lazım. Takdir edersiniz ki, bunu sabahtan akşama tesis etmek mümkün değil. Evet, Atatürk bir diktatördü diyoruz. Niçin bir diktatördü? Bu, ilaç almayı reddeden bir hastaya, tedaviyi reddettiği için ilacı zorla vermek gibidir. Hatta bir adamı intihar ederken engel olabilecekken setreymeyi tercih etmiş biri görülürse dolaylı olarak bir ölüme sebep olmaktan cezalandırılır. Atatürk problemlerin tespiti ve çözüm yolları hakkında diğerlerinden çok daha akılcı ve doğru tespitleri olduğuna inanıyor ki, bu doğru. Atatürk, bu toplumun ekseriyetinden daha iyi düşündüğünün farkındaydı."

"Şimdi Mustafa Kemal cephede muzaffer olurken, bir yandan da başka şeylerin planlarını yapar. Kurtuluş Savaşı İzmir'de kazanıldı, ardından Bursa'ya geçti ve  burada öğretmenlere hitaben bir konuşma yaptı: 'Ordularımızın başarısının sebebini biliyor musunuz? Bizim başarılarımızın sebebi, ordularımızın sevk ve idaresinde fen metotlarını ittihaz etmektir.' Şu mesajı veriyordu: 'Ben buraya kadar çok rasyonel yönettim bu işi, bundan sonra da her şey böyle yönetilecek.' "

Aylak Adam - Yusuf Atılgan

Yusuf Atılgan denilince akla gelen kitaptır Aylak Adam.  Aylak Adam’ın kahramanı C., kendisine miras kalmış parayla geçim derdi olmadan rahat bir yaşam sürmektedir. Biri diğerine eklenen günlerini İstanbul’un sokaklarında, caddelerinde dolaşarak, şehrin sinemalarını, atölyelerini gezerek geçirir. Bir şey eksiktir yine de. Hayatını değiştirecek, yaşantısına anlam kazandıracak olanı aramaktadır. Ancak bu şeye, bu insana, şehrin sokaklarında rastlayabilecek midir?

Yusuf Atılgan’ın kentli aydının basit, amaçsız ve “aylak” varoluşunu anlattığı romanı, edebiyatımızın en başarılı tiplemelerinden birini yaratmıştır. Onlarca yıl sonra hâlâ güncelliğini koruyan, huysuz ama içten, yabancı ama tanıdık bir adamı resmeden Aylak Adam uzun süre unutamayacağınız bir eser, aklınızda dolaşmaya devam edecek bir başyapıt.

Alıntılarım:

"İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri ama olamadıkları ''kişi''yi anlatırlar."

"Bir gün sana dünyada katlanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”

"Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi."

"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!"

"—Neden bu kadar kötümsersin ?—Sen neden değilsin ? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlere bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra?"

“Kimsesiz kalsın istiyordu. Benim ona tutunabilmem için onun benden başka dayanağı olmamalı!”

"Alışmaktan korkuyordu. Böyle bir yeri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşardı."

"(Boğazını gösterdi ).Burama kadar şiirle doluyum.Hem de ne şiir !"

1 Ekim 2020 Perşembe

Komünist - Vedat Türkali

 Vedat Türkali'nin çocukluğunu, aile ortamını, arkadaşlarını, üniversiteye giriş sürecini, gizli TKP'yi arayışlarını ve Merih Hanım ile seksen yıl sürecek yol arkadaşlıklarının önemli kavşaklarını içeren bu otobiyografik kitap '51 tevkifatına kadarki süreci kapsıyor. Komünist, dönemin siyasi, kültürel atmosferinde, Samsun'un Kökçüoğlu Mahallesi'nde başlayan bir yaşamın Komünist bireye evrilişinin aşamalarını yakın çevresi ile birlikte anlatıyor. Komünist, bir yola çıkış hikayesi.

İşçi sınıfı ile köylü emekçiler,sömürüye karşı elele vererek burjuva iktidarını yıkıp “inkılap”ı yaptılar mı çözülmeyecek hiçbir sorun yoktu!

Kitap rüzgar olmalı, perdeyi kaldırmalıdır. (Nazım'dan alıntı)

"Şiir yazmaya başlamam Lise 2’de oldu sanırım. Gazi Kitaplığı’na uğrayanlardan, Çırakman köyü öğretmeni Sefer Aytekin’le yakın arkadaşlığımızın kurulması da bu yıllar başladı. Hacıbektaşlı, ilerici, uyanık, çok okuyan, dergileri izleyen, şiirler, öyküler yazan bir köy öğretmeniydi Sefer. Yeni evliydi. Kaynanasının Çiftlik yöresindeki evine iç güveyisi olmuştu. Dört-beş yaş kadar büyüktü benden. Alevi-Bektaşi kökenli, köycülüğü ağır basan bir devrimciydi! Hoca islamın şartını sormuş, “ikidir” demiş köylü; “Köylüler çalışır, şehirliler yer!”

“Kapitalist,kendisinin asılacağı ipi satan adamdır”sözü boşuna söylenmemiş!Gönüllü gönülsüz,satmak zorundadır o ipi.

Suç olmayan ne var bu ülkede ? Niye yıllardır cezaevinde Nazım ? Şiir yazdığından mı ? Komünist olduğundan. Ozanlığı ile komünistliğini nasıl ayırırsın Nazım'ın ?

"Bu yoksullar, güç durumda kalmış birinin tarlasına imece çalışmaya gidiyorlar; güçleri ölçüsünde birbirlerine ödünç araç gereç, sıkışanlara elleri yettiğince, faizsiz, senetsiz-sepetsiz borç, küçük paralar veriyorlar; ramazan ayı yaklaşırken değişik evlerde toplanan kadınlar, haftalar boyu birlikte çalışarak her evin gereksinimi kadar yuka (yufka) yapıyorlar, ramazanlarda yemek, belirli kutsal günlerde kardıkları helvayı birbirlerine gönderiyorlar; doğumunda, düğününde, ölümünde, hastalığında, bayram günlerinde dertlerini, acılarını, mutluluklarını birbirleriyle paylaşıyorlardı. İslamda var olan, fitre, zekat, sadaka, eskilerde beyt-ül mal-i müslimin kurumlarının koşullandırdığı bir yaşam biçimiydi bu. Yabanıl kapitalizmin, bugün bizde, yerine bir şey koymadan çiğnemeğe zorladığı bu Müslümanca dayanışmalı yardımlaşmalar, ileri kapitalist ülkelerde sosyal demokrat uygulamalarla karşılanan insanlık gereksinimidir. Bizde, sosyal demokrat geçinen partiler halka hiçbir şey vermedikleri için, kimi dinci partilerin halkça benimsenmesinde, salt dinsel inançlara bağlılıktan çok, halkın bu geleneksel dayanışma duygularını, mahallelerde kimi gösterişli yardımlarla ustaca sömürmeleri etken olmuştur. Büyük kuramcı kasıntısıyla islam kaynaklı özelliklerin sınıflar arası çatışmayı gevşetip halkın bilincini körelterek toplumu gerilettiği yargısına varırken o ilişkilerdeki bu insancıl yanın görülüp doğru değerlendirilmesi gerektiği de düşünülmelidir. Emekçi halk, yaşamındaki somut olaylara bakar. Okulda öğrettikleri “ölçü devrimi” nden evde övgüyle söz ederken terslemişti babam. Bin iki yüz elli gram olan okka, bin gram olan kiloya dönmüştü, ama fiyatlar değişmemiş, mallara zam gelmişti bir tür! Neresi iyiydi bunun?"

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş

Ondört kısa öyküden oluşan bir Mahir Ünsal Eriş kitabı.
Bu adamın kitaplarını seviyorum. Konuşuyor gibi yazıyor, akıcı ve kendinizden bir şeyler bulacağınız konuların içine dalıveriyorsunuz. Okuru anlattığı öykünün içine çekiyor. Sanki kendi hayatını anlatıyor. Hikayeler genelde duygusal. Aşk var, utanmak var. Sizi zaman makinesine bindiriyor yazar, seksenlere götürüyor. Belki de öykünün kahramanlarından biri olmanızı istiyor.

Alıntılara gelince:

" 'Ölmüş dediler Serkan için' diyor bakkal. 'Ateşlenmiş gece, apar topar götürmüşler. Hastanede ölmüş.' Ne kolay söylüyor.

Merdivenlerinden iniyorum bakkalın. Aynı patikadan evin yoluna düşüyorum. Karnımın içinde bir şeyler kaynıyor sanki, asitli bir şeyler. Arasında koşuştuğumuz ekinler gibi yarılıyor içim. Ölmek ne bilmiyorum. Merak da etmedim hiç. Yani iyi kötü bir fikrim var aslında, tam olarak ayrıntısını bilmiyorum. Tatil gibi bir şey sanıyorum onu, taşınmak gibi, kesin bir şey. Onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum. yine de fakat. Bu kadar ani olmasına, böyle habersizce kaçar gibi olmasına üzülüyorum sonra, bozuluyorum biraz.. Çağırsaydı ben de giderdim belki."

"Hiç olmasa ölmeseydi, gitmeseydi, babalık etseydi. Dursaydı, baba denecek biri olsaydı evin içinde. Ama gitti işte, ölüverdi adam, adına bile dillerini döndüremedikleri bir Bulgar kasabası girişinde. Gitmesinde sorun yok, asıl sorun bir daha gelmeyecek olmasında."

"Daha küllüğe yeni bastım sigaramı. zıvanası kokuyor acı acı. Nerden aklıma geldiğini buldum Bilye Hikmet'in de. Sahi, gerçekten de, cennette de aşık olacak mıyız? Orada da kıskanacak mıyız sevdiğimizi ölesiye, öldüresiye. Cennette olabilecek miyiz sevdiğimizle, aramıza ayrılık girmeden? İstememek olmasın orda bari, bırakıp gitmek olmasın hiç olmazsa. Gönül kapıları açık olsun, çalmadan girilsin içeri."

"Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer."

“Ama seviyordum onu. Yani galiba seviyordum, sanırım sevmek böyle bir şeydi. Hiç yanımdan gitmesin istemekti..”

”Maalesef, diye başladı söze. Maalesef, beyaz bir kağıdın tam ortasına damlayan kocaman bir mürekkep lekesi gibi düştü içime. Sanki iki göğsümün ortasında bir yer, içine sıcak su dökülmüş çay bardağı gibi patladı, kırıkları ciğerlerime battı sanki..”

"İnsanların kederli olmayı çok sevdiği yıllar. Her şeye sinmiş bir Maltepe sigarası kokusu, bir ucuzluk, bir pazardan alınmışlık, bir muşambalık.."

"Kimi sevsem, hep beklemekle geçiyor vaktimin büyük çoğunluğu..."

"Ben annesine üzülüyor sanmıştım baştan, değilmiş, o hep öyleymiş, üzgünmüş hep. İnsan üzülmekten yorulmaz mı?"

"Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer."