Bu Blogda Ara

7 Haziran 2021 Pazartesi

Demirciler Çarşısı Cinayeti - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal'in okuması keyif veren kitaplarından biri. Çukurova böyle mi güzel anlatılır. O kelimelerin seçimi, adeta dile geliyor otlar çiçekler. Kitabı okurken sanki önünüzde sinema oynuyor, tiyatro oynuyor. Romanın içine giriyorsunuz. Adeta kelimeleri dans ettiriyor. Hiç bitmesin istiyorsunuz. Yaşar Kemal okuduktan sonra diğer romanları okuyamıyorsunuz. Basit geliyor. Yaşar Kemal romanlarındaki bu kelime zenginlikleri sona ermesin, nesillerin devamınca kullanılsın bu isimler, sıfatlar, fiiller. 
Konusuna gelince, Çukurovadaki iki ağa arasında süregelen kan davası anlatılıyor. Ağalık düzeni. Ölüm konusu ön planda. Akçasazın Ağaları üçlüsünün birinci kitabı olan bu eser 1973'te yayımlandı. Mutlaka okunmalı. 

Hangi birini alıntılayayım? Kitabın tamamını mı. İşte bazıları:

 "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler."
"Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu.: "O iyi, o iyi insanlar..."

"Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık!. Şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden..."

"Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor. 
Bu kadar yalnızlık, bu kadar kimsesizlik yalnız be yalnız Allaha mahsustur."

"Şu koskoca evrenin en acı çeken yaratığı benim. İnsanlar çok acı çekiyorlar. En beteri ölüm acısını çekiyorlar. Ben daha ilerinin, acı olmayanın, acısızlığın acısını çekiyorum."

"Turnayı alıp götürdüler. Bahçedeki kamış kümesi yağmurda karanlık karanlık balkıyordu. Bir ölüye bakar gibi bakıyorlar. Ölü sayıyorlar. Acıyorlar. Ölüme acır gibi acıyorlar. Ölü büyülü, kutsal bir nesnedir. insan ölüsü."

"Ve turna gökten ölüme düştü. Turna öleceğini bilmez. Turnalar birbirlerine böyle bakamazlar. Turnalar sevinirler, acı duyarlar mı? Ölümü bilmeyen hiçbir şeyi bilmez. Ölümü bilmeyenler yaşıyor da sayılmazlar. Ya ölüm olmasaydı, ya ölüm korkusu olmasaydı? Usandırıcı bir şey...Ölüm olduğu için biraz daha çok yaşamak istiyoruz. Ölüm olmasaydı...Turnaların biraz daha yaşamak tutkunlukları var mı, böylesine, insancasına..."

"Hiç kimsenin ölümden kurtuluşu yok. Benim erken olacak. Bütün çabam birkaç günü daha kurtarabilmek. Birkaç günü bir anı..."

"Hiçbir yaratık, hiçbir yaratık bu kadar acı çekmemiştir. İnsanın acısını hafifleten şey, insanın hiçbir zaman kendi ölümüne inanmamasıdır, derler. Yalan yalan...Herkes ölümüne inanır. En aptallar bile. Ölümüne inanmayan bu kadar sevmez dünyayı. Bu kadar bağlanmaz ona. Ben Sarıoğlu Derviş Bey öldürüleceğime, hem de bir kaç gün içinde öldürüleceğime inanıyorum."

"Beyazıtoğlu:
'Süleyman Bey' demişti. 'Osmanlıya kızma. Göçebelik yarı yabanıllık demektir. Osmanlıya göre. Osmanlı yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez. Osmanlı ne kazandı, ne yitirdi bundan, ne kendi bilir, ne kimse... Artık dünyada göçebe kalmadı. Bak, Frengistanda hiç göçebe var mı? Yerleşmek zorundayız Süleyman. Biz yerleştik kötü mü ettik? Bir küçücük aşiretin beyi iken koca Maraşın Beyi olduk. Sen de yerleşeceksin..' "

"Uzun yıllar sonra karşısına ak sakallı, uzun bıyıklı, güzel gözlü bir piri fani, Alevi dedesi çıktı. Ona söyledi ki, her şey ne kadar ölümse o kadar yaşamdır. Bu tek yönlü olamaz.
Ve dede kızdı, onu aşağıladı:
'Sen kötü bakıyorsun dünyaya,' dedi. 'Hayır, sana kötü bakıyorsun demeyim. Kötü bakıyorsun demek yanlış. Tek yönlü bakıyorsun. Baksana, ölümden daha güçlü olan yaşamdır. Yaşam yoksa, hiç bir şey olmayacak. Yaşam olduğu için ölüm de vardır. Her şeyin, tekmil
evrenin başı yaşamdır. Sürüp giden ölüm değil, yaşamdır.' "

"..Kimin ne zararı olmuşsa tespit ettireceğim, herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum. Düşmanımın bu kadar alçalışına yanıyorum. Akyollu soyu bu kudurmuş adama gelinceye kadar böylesine bir alçaklığa hiçbir zaman başvurmadı. Biz de Akyollular gibi düşmanımız var diye, her zaman övündük."

"..Ölüm zor. Yeter gayrı. Allahın verdiği canı kul almasın. Allahın bile can almakta hakkı olmamalıydı. İnsanın can vermesi büyük haksızlık. Anladın mı Mustafa? Sen ana olmadın, siz ana olmadınız da can kıymeti bilmezsiniz. Bir ana bilir can neymiş. Bir can değeri neymiş. Anladın mı Mustafa? Allahın bile can almaya hakkı olmamalıydı. İnsan yaptığı en güzel, en şirin, en onurlu, en görkemli şeyi kendi eliyle öldürür mü? Öyle değil mi Mustafa? Bu Allahın işi de iş mi? Halbuki Mustafa, siz, siz o güzel yapıyı Allahtan önce yıkıyorsunuz. Kıyılır mı insana bre Mustafa? Bak Murtaza öldürüldü. Bir yağmurluk gün..Öldürmeyin  Mustafa. Ölüm batsın."

"..Biliyor, diye düşünde, kertenkele de biliyor ölümü. Ölümün acısını, boşluğunu biliyor. Her kim ki, hangi canlı ki korkuyorsa, o ölümü biliyor. Otlar da, ağaçlar, kelebekler,böcekler de ölümü biliyor. Yalnız ölümün boşluğunu bilmiyorlar, acısını, acısının ötesinde boşluğunu bilmiyorlar."

6 Haziran 2021 Pazar

Çıkrıklar Durunca - Sadri Ertem

"Çıkrıklar Durunca" yazarın ilk romanıdır. Roman 1929'da Vakit Gazetesinde tefrika edildikten sonra 1930' da kitap olarak basılmıştır.

Çıkrıklar Durunca edebiyatımızda toplumcu gerçekçi bakış açısıyla yazılmış ilk romandır.

Roman, hem ekonomi-politik hem Alevi inancı çevresinde Hazret-i Ali kültünü işleyen hem de sömüren-sömürülen bağlamında Osmanlı Devletinin sosyal düzeninin gerçekçi bir eleştirisidir.

Roman bu nedenlerle arkasında yansıttıkları açısından dikkatli ve düşünerek okumayı gerektirir. Dilinin biraz ağır olması, yani günümüzde kullanılmayan sözcükleri içermesi okumayı zorlaştıran nedenlerden oldu benim için. 

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Devlet bir şahindir, bir kanadı ordu, bir kanadı işçidir. Kanadı kopuk şahin uçamaz, çöplükte sürünür..."

"Açılmayan kapı olmaz; açmasını bilmeli...Merhamet, şiddet, zeka, ilim hatta cinayet dostum yalnız bir şey içindir. Muvaffakiyet.."

"Sıddıkzade nargilesini tokurdattı, mor fesini tahta kalıbın üstüne yerleştirdi, yayılmış tiftik postu üstünde, çekme potinlerini çıkardı, rahat rahat bağdaş kurdu, şalvarını düzeltti, gerindi tembel, hantal bir bakışla etrafa bakındı."

"İnsanın soytarı olmadan, başkalarını güldürmeden, başkalarının hodbinlerini şahlandırmadan sevimli olması ne güç şeydir."

"-Baba.. Zina edenleri, hırsızları, soyguncuları, orospuları, pezevenkleri bir tarafa; zayıfları, kimsesizleri, bir tarafa koyup; iyileri kötülere dövdüren bir Allah anlamıyorum."

"..Sıddıkzade kazanacak, kar edecek, bir çeşme yaptıracak. Ömrünün sonunda yapılan bir çeşme yüzünden, kıyamete kadar herkes onu rahmetle anacak.... İnsan zengin oldu mu rastıklayıp, sürmeleyip Allah'ı bile koynuna alsa günahı kalmayacak."

"Sevgimizi, çocuğumuzu kaybetti iseniz, bilirsiniz. Yataktaki vücudun izleri, yastıktaki kırışıklıklar, yorgandaki yar kokusu sizi onlara dokunmaktan meneder, onları bozmaktan, onları düzeltmekten korkarsınız. Bir çalı, bir minder, bir avuç pamuk şilte ve yarım arşın yün örtüye sahip olmayanlar için ancak bir bahar mevsimi vardır, bir döşek hatırasını ancak o zaman canlandırır. Onun için ot mevsimi Hasan'ı yaktı, harap etti."

"-Bir kadın evvela seviyorum der. Erkeğin kollarına yaslanır. tenini teninin ateşine bırakır, fakat sonra birden vazgeçer bir başkasını daha güzelini düşünebilir. Kim temin eder ki bu kadın da böyle değildir. Kadın erkekteki şüpheyi sezdi."

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Yeraltından Notlar - Dostoyevski

Dostoyevski'yi Dostoyevski yapan kitaplardan biridir. Genelinde toplumsal eleştiri barındırır. Diğer kitaplarından farklıdır. En azından roman değildir. Bir olay kurgusu içinde değerlendirmedim ben. İçinden gelenleri rahatça dışa vurmuş yazar. Bu haliyle en sevdiğim Dostoyevski kitaplarından biri oldu Yeraltından Notlar.

Yeraltından Notlar, iki bölümden meydana gelmektedir. Kitabın bölümleri ve bu kitabı neden yazdığı konusunda Dostoyevski: “Gerek ‘Notlar’ yazarının, gerek ‘Notlar’ın tamamen hayal mahsulü olduğu şüphesizdir. Bununla beraber, çevremizdeki insanlar üzerinde biraz düşünülürse, bu notların yazarı gibi şahısların aramızda bulunmasının yalnız mümkün değil, muhakkak olduğu anlaşılır. Ben sadece pek yakın bir zamanın sıradan bir tipini daha açık olarak kamu huzuruna çıkarmak istedim. Bu, henüz hayatta olan kuşağın tiplerinden biridir. ‘Yeraltı’ adlı verilen bölümde bu şahıs kendisini, fikirlerini tanıtırken, neden muhitimizde yer aldığını ve bunun neden kaçınılmaz olduğunu açıklamak ister gibidir. İkinci bölümdeyse, bu şahsın hayatına ait bazı olayları anlatan gerçek ‘Notlar’ yer almaktadır” demektedir.

“Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.”

"Nihayet şuna geliyoruz baylar: En iyisi hiçbir şey yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun için yaşasın yeralt."

"Bence manevi yoksunluklar, bütün maddi azaplardan çok daha ağırdır."

"Dünya mı yıkılsın yoksa bir bardak çay mı içersin?" deseler...
"Ben çayımı içtikten sonra dünyanın canı cehenneme" derdim.

"Okumaktan başka yapacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum."

"Yemin ederim size baylar, fazla bilinçli olmak bir hastalıktır. Gerçek, tam bir hastalıktır."

"Saygıdeğer karıncalar gözlerini yuvada açar, besbelli orada kaparlar; bu müspet ve sebatkâr davranışlarıyla da büyük bir onuru hak ederler.Fakat insan hercai, bir dalda durmaz bir yaratıktır ve belki de satranç oyuncuları gibi gayeyi değil, gayeye giden yolu sever. Kim bilir (emin olamayız tabi) belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle hayatın ta kendisidir, yani iki kere iki dört cinsinden bir formül olan gaye değildir; zaten iki kere iki dört, hayat değildir baylar, ölümün başlangıcıdır."

"Evet efendim, on dokuzuncu yüzyıl adamı en başta karaktersiz olmalı, böyle olmaya manen mecburdur; karakter sahibi, çalışkan bir insansa oldukça dar kafalıdır. Kırk yıllık bir ömürden sonra bu inanca vardım. Kırk yaşındayım artık, şaka değil; kırk yıllık koca bir ömür, ihtiyarlığın ta kendisi. Kırk yaşından fazla yaşamak ayıptır; bayağılık, hatta ahlaksızlıktır! Tüm samimiyetinizle, dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer. Ben söyleyeyim size: Aptallarla namussuzlar. Bunu tüm ihtiyarlara, o saygıdeğer, ak saçlı, mis kokulu ihtiyarların yüzüne de söylerim! Buna hakkım var, çünkü ben de atmış yaşına kadar yaşayacağım. Hatta yetmişe kadar! Seksenimi bulacağım!..Durun müsaade edin de biraz soluklanayım."

"...;umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan." 
 
"Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum: Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?"

Bir Avuç Saçma - Refik Halid Karay

Refik Halid Karay'ın "Bir Avuç Saçma" kitabını okumaya karar vermem aşağıdaki alıntıda geçen "Fazla nezaket kabalıktan çirkindir."
sözünü bir yerlerde okumamla başladı. Bu alıntı hangi kitaptan acaba diye araştırdım ve bu kitabı buldum. Kitap başlı başına bir Türkçe şöleni. Toplumsal tespitleri var özellikle kadınlar üzerine.

Anlatımı yalın. Adında da bahsedildiği gibi saçma ve ders alınası öykülere yer vermiş yazar. Zevkle okudum.

"Bir gün İstanbul'a gelmiş ve İstanbullulaşmış olan akrabasını ziyarete gitmiş; galiba bir bayram vaya kandil imiş. Sormuşlar:
"Direklerarasında çok adam var mıydı?"
Taşralı nezaket göstermenin tam sırası geldiğine hükmetmiş ve ağzını yaya büze demiş ki:
"Pek galebelikti, efendim!"
Gülmekten katılmışlar. Zira İstanbul' da galebelik, kalabalık suretinde okunur ve söylenir. Kalabalığa 'galebelik' demek kabalık olur. Canım 'salı' da elifi ve yayı uzatmak ve 'hafta' telaffuz ettiğimizi de 'hefte' yapmak, çarşambayı 'çıharşanbe' okumak kadar acayip görünür. Bazı kelimelerin güzelliği, spor ayakkabısı kabalığındadır. Zinciri yakaya ilişik, altın çerçeveli, nazik eski gözlüklere bakınız. Bir de bağa taklidi, kulaktan atma yeniklerine, kabalarına...Elbette bunları beğenirsiniz.  Fazla nezaket kabalıktan çirkindir.  "

"Okullarda her şeyi öğretirler, mesela kelebeğin nasıl koza ördüğünden, maden kömürünün nasıl vücuda geldiğine kadar... Fakat hayat için daha önemli olan bir mesele ders programlarına dahil değildir: Konuşmak usulü!"

"Köpük faydalı bir şey olurdu, su gibi hoş olan bir çıplaklığı değil, bir çirkinliği örtseydi..."

"Ağırbaşlı su, köpüklenince hoppalaşır ve bayağılaşır. Bir çağlayanın kolları bana, kafe şantanda caz davuluna uyarak çılgınca numaralar yapan ak eteklikli oyuncu kızları hatırlatır. Bunaltıcı bir gürültü içinde yalancı bir keyif!"

"Şimdiki evlilikleri seslere paylaştırabiliriz: İlk günler bir şapırtı sonrakiler sızıltı, daha sonrakiler homurtu, en sonrakiler ise gürültüdür. Nihayetinde bir gümbürtü ile fasıl nihayet bulur. Aradaki çocuk mırıltıları da bu cehennemi musikinin bastonunu tutar."

"Kadın var kardan soğuk, kadın var kordan sıcak... Kadının muhabbette ortası yoktur. Severse baldan tatlıdır, sevmezse zakkumdan acı!"

"Kadını parası için alacak adam, avucunu açarken gözünü kapamak lazım geldiğini bilmelidir. Evlenirken de keseni açacağına gözünü aç!"

"Kedi, ağzı şapırdayanın; kadın, kesesi şıkırdayanın yüzüne bakar ve dizine çıkar."

"Kadın ve kız bahsinde bir irdeleme: Ham muzun dışından manzarası, olgunundan güzeldir. Lakin hele bunu bir kere soy, hangisinin daha ballı olduğunu anlarsın. Ham doğrudan doğruya dişe dokunur, olgun damağa yayılır."

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Çay Güzeli - İsmail Saymaz

Yazarın Kafa ve Bavul dergilerindeki yazılarından oluşan bir kitap "Çay Güzeli". İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümündeki anıların da kahramanların da gerçek olduğunu belirtiyor yazar. İkinci bölümdeki öyküler ise kurmaca.  

"Size çocukluğumun Rize'sini anlatacağım. Çay bohçasının altındaki kadını, çay fabrikasına mevsimlik işçi yazılan adamı, sokakta tahta el arabasında balık satan oğulu ve daha on sekizine girmeden dünya evine giren peştemallı kızı anlatacağım.Benim ailem gibi, yüz yıl önce Ovit Dağı'nın arka yüzünden Rize'ye göçen İspirli hamalları anlatacağım. Dağ yamaçlarına yayılmış tuğladan evlerde bir sahan mıhlama ile uyanılan sabahı, bir tava hamsiyle girilen akşamı anlatacağım. İki caddeden ibaret bir mecburiyeti, yalnızca erkeklerin yüzdüğü masmavi bir denizi, insanı sırılsıklam eden yağmuru, elektrik verilmişçesine oynanan horonu ve daldaki karayemişi anlatacağım. Çoktan unutulan "Çay Güzeli"ni anlatacağım size..." diye başlıyor yazar kitabına önsözde.

Sıradan insanların sıradışı öykülerini anlatıyor yazar karadeniz insanının sıcaklığıyla. 

Kitaptan notlar:

"Rize Ülkü Ocağı'ndan, oraya bir daha adım atmamak üzere ayrılırken, ilkgençliğimi içeride bırakarak çıktım. Yanımda bir zamanlar adını duyduğumda öfkelendiğim Yaşar Kemal'in İnce Memed'i vardı. Ardından, Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları'nda hamallık, çay işçiliği ve hamsicilik yapan sıradan insanları buldum. Ve Ahmed Arif sayesinde, ülkenin güneydoğusunda, yeterince "Türk" olmadıkları için ölümlerden ölüm beğendirilen Kürtleri öğrendim. Milliyetimi soyunarak çıktım o kapıdan..."

"Ne var ki üniversite sınav sonuçları açıklandığında Emel ve ben kilometrelerce uzaktaki iki ayrı şehre düşmüştük. Ayrılık, elbette kaçınılmazdı. Arkadaşça bir veda için buluştuğumuzda ve hiç beklemediğim bir anda, 'Biliyor musun, ben de seni...' dedi. Emel'in ellerine uzandığımı, başımın döndüğünü, 'Neden bugünü bekledin?' diye sorduğumu hatırlıyorum. Bir cevabı yoktu. Esasen vaktimiz de yoktu."

"seni özledim" dedi
"ben de..."
susuştuk.

"Artık onun için makarasından hızla boşalan bir iplikti hayat."

2 Mayıs 2021 Pazar

Nasipse Adayız - Ercan Kesal

Durduk yerde tabir yerindeyse gaza gelip siyasete, belediye başkan adaylığına atılan Doktor Kemal. Diğer Ercan Kesal romanları gibi  topluma dair gözlemler içeren bir roman. 
'Siyasette niye yeni isimler, yeni yüzler yok?' sorusunun da bir cevabı.
Siyasette dönen dolaplar, doğru insanı bile yoldan çıkaran siyasi oyunlar ve bu dişlinin arasında kendini kaybeden bir adam Doktor Kemal. Kendi hikayesi diyen de var. Malum, bir dönem belediye başkan adayı olmuş ve mesleği de doktormuş kendisinin.
Peri Gazozu'ndan sonra ikinci Ercan Kesal kitabım. Filmi de çekildiği için konu hakkında çok açıklamada bulunmak istemedim.  Bir Zamanlar Anadolu'da filmini de izlemediyseniz tavsiye ederim." 

Kitaptan altı çizili cümlelerim ise şöyle:

"Adaşım, büyük bir ihtimalle fark etmemişti; risk almadan yaşanan hayatların doğru hayatları yaşayabilmek için oldukça fazla riskler barındırdığını..."

"  -Yav, ben seni uzaktan ince ince takip ediyorum, biliyor musun? Allah aşkına Doktor senin ne işin var bizim aramızda?
    Hiç sesimi çıkarmadım, öylece durdum.
   -Bak doktor! Bir şey söyleyeceğim sana, sakın alınma. Bu söylediklerimi de unutma. Her dönem sizin  gibi güzel arkadaşlar gelir, biraz vitrinde dururlar. Paralarını, zamanlarını harcar, sonra da giderler. Üzüntüleri, yorgunlukları da cabası. Bu hep böyledir biliyor musun? Biz hiç bir yere gitmeyiz ama! Burası bizim işimiz, ekmek kapımız. Gidecek başka yerimiz yok çünkü. Onun için biz hep buradayız. Tamam mı?
   Hiç bir şey söylemeden dinledim partimizin demirbaşlarından Selim Bey'i. Adam haklı beyler! Lakin artık yapacak bir şey yok."

"Biz siyasete almaya değil, vermeye geldik."
İyi o zaman... Verdim gitti!

‘Beni böyle alkışlarsınız, kucaklarsınız, rey zamanı gelince de başga partiye verirsiniz. Başağınız çok da taneniz yok, demişti rahmetli.’

"Ölünce kirlerimizden temizlenir, Ölünce biz de iyi adam oluruz; Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, Hepsini unuturuz ..."

".. politika ekip işidir doktor. Bizim de bir ekibimiz var. Ekipte envai çeşit adam olur. Çoğunun da başka işi yoktur. Adam ömrünü bu işlere harcamış. Seni terk etmemiş. Cahil, işsiz, salak ama senin yanında. Bu insanlara ahde vefa göstermek zorundasın. Sen, hastanede birisi işine yaramazsa ne yaparsın, atarsın işten. Bizde öyle değil. işe yaramıyorsa daha fazla sahip çıkman lazım. Hatta çok becerikli olursa tehlikelidir. Uzaklaştırman gerekebilir."

"Utanma duygumu hızla kaybetmiştim galiba. Bu böyle aniden olan bir şey miydi yahu? Ne bileyim, önceden bir belirti vermez mi? Kişiyi uyaran. “Bak, böyle bir durumun var senin; dikkat et, haline tavrına.” Ya da, “şansını zorlama” falan gibi. O da olmadı birtakım hafif bulgular da mı göstermez?"

"Bazı müşterilerimiz mesela, çok yüksek bir sonuç çıkmasını istemiyorlar. Vatandaş, böyle durumlarda, 'bu zaten kazanıyormuş' duygusuna kapılır, oy vermekten vazgeçebilir çünkü. Bu durumda daha mütevazi rakamlar çıkartıyoruz..."

Teke Şenliği - Mario Vargas Llosa

Bir arkadaşımın tavsiyesiyle okudum. Şimdiye kadar okumamam
eksiklikmiş. Bir ülkenin yönetiminde diktatörün olmasının ülkeden, halkından ve yönetimdeki idarecilerden neler götürdüğünün yaşanmış hikayesidir. 

Teke Şenliği, 31 yıl Dominik Cumhuriyeti’nde hüküm süren ve bu süreçte yaklaşık 50 bin insanın ölümünden sorumlu tutulan Diktatör Rafael Trujillo, namı diğer Teke’nin iktidarı süresince yaşananlara, diktatörün has adamlarından birinin kızı Urania Cabral’in ve diktatöre suikast düzenleyen bir grup Dominikli vatanseverin gözünden bakıştır... Söz sözü bağlar ve araya diktatörün anlatımları da girer. Nobel ödüllü yazar Llosa’nın gerçek kişiler arasına ustaca yerleştirdiği “kurgu kahramanlar” öyküyle öylesine bütünleşmiştir ki gerçek sanılabilir. Çok canlı, gerçekçi ve zengin anlatımıyla Teke Şenliği, diktatörlük üzerine yazılmış önemli eserlerden biridir.

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Hala, Tanrı'nın yerini bana bıraktığına inanıyor musunuz? Bu ülkeyi kurtarma sorumluluğunu bana mı verdi? diye sordu. Trujillo, kaygı ve ironi karışımı bir ifadeyle.
'Buna olan inancım daha da arttı ekselans' diye hemen yanıtladı Balaguer, ince ve net bir ses tonuyla. 'İlahi bir gücün desteği olmadan Trujillo, bu insanüstü misyonu gerçekleştiremezdi. Bu ülke için siz Yüce Tanrı'nın elisiniz.' "

"Aşık olmak, derdik; ona düştü gönlüm. Düşen kadınlardık biz. Buna inanırdık, aşağı doğru olan bu harekete: öylesine sevecen, uçmak gibi, ancak aynı zamanda öylesine ürkünç, öylesine sıradışı, öylesine beklenmedik. Tanrı aşktır, derlerdi bir zamanlar, ancak biz bunu tersine çevirmiştik ve aşk, cennet gibi, hemen elimizin altındaydı. Yanıbaşımızdaki o özel erkeği sevmek ne denli güçse, o denli çok inanırdık aşka, soyut ve bütüncül. bekliyorduk, her zaman, cisimleşmesini. Bu sözcüğün ete kana bürünmesini."

"..Trujillo'ya kendisi için bir Şef, bir devlet adamı, Cumhuriyetin kurucusu olmakla kalmayıp bir model insan, bir baba olduğunu söylerdi. Böylece karabasan sona ererdi. Küçücük yazısıyla bir sayfanın köşesine kaydettiği Ortega y. Gasset'nin satırlarını bulmuştu. 'Bir insan eskiden olduğu ya da gelecekte olacağı yerde sonsuza dek kalmaz. Bir gün olduğu yere gelmiştir, herhangi bir başka gün artık orada olmayabilir.' Bu felsefenin sözünü ettiği geçiciliğin yaşayan bir örneğiydi işte kendisi."

"Cabral duvarda, kitap raflarının arasında bir çerçeve içinde Tagore'den bir alıntı gördü:
'Bir kitap açık olduğunda konuşan bir beyin, kapalı olduğunda beklemede olan bir arkadaş, unutulduğunda bağışlayan bir ruh, yok edildiğinde ağlayan bir yürektir.' "

"..Napacaksın, siyaset böyle işte. Cesetler arasından yolunu bulmayı bileceksin."

"Trujillo'nun otuz bir yıldır zorla bütün Dominiklilerin elinden aldığı bu 'özgür irade' ye sahip olunduğunda sigaranın dumanı, sıcak bir günde denize girmek, cumartesi günü sinemaya gitmek, radyoda çalınan merengue müziğini dinlemek bedende ve ruhta bambaşka bir tat bırakırdı kesin."