Bu Blogda Ara

22 Haziran 2021 Salı

Jurnal Cilt 1 - Cemil Meriç

Yazar Cemil Meriç'in  1955-1965 yılları arasındaki yazılarından oluşuyor. Yazdığı zamanın siyasi ve toplumsal fotoğrafını çekiyor bizlere. Görme engeli olmasına karşılık çok yazan çok okuyan bir yazar. Tanıyanlar tarafından bazen çok sinirli olduğu söylenir. Bunu yazılarında da görmek mümkün. Yıllar geçtikten sonra bile fikirleri hala geçerliliğini koruyan yazılar.

Uzun ve güzel alıntılarımdan bazıları:

"Bu ölümsüzlük tabii ki, beşeri olan her şey gibi, nisbi, ama yeterli ve teselli ediyor. neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...Çoğu hiç de orjinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekaretini bozmak neye yarar? Kim beni okuyacak? Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok; önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler...İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikayesi." 

"Entelektel teşhircilik cinsel teşhircilik kadar tiksindirici. Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: kendimizi İden'in diktatörlüğünden kurtarmak."

 "Ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kağıt! Ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere makes olacaksın? Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar...Yazabilsem benim de hürriyetim olacak. Belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca aşina bir ele tevdi edecek onları..."

"Din, aşk, şiir: boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. İnanmayanların inanlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var Keşke bütün insanlar aynı tanrıya inanabilseydiler. O zaman dünya cennet olurdu.
Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi...Bütün kainatı ve kainattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?"

"Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Göz bebeklerimizden fışkıran her seyyale mekan canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir."

"Görenin yalnızlıktan şikayete hakkı yoktur; mevsimler, renkler, çiçekler, şehrin bütün kadınları, bütün çocuklar gören içindir. görmeyen bir insan bozuk bir ampul gibi, manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taş bebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe."

"Gözyaşlarından inci yapmak... Şairim kaderi bu. Bu incilerin bir sevgili kakülünde pırıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı. Benim gözyaşlarım..!"

"Zavallı midye! Seni kayadan söken iraden mi sanıyorsun? İsyan vahim, tevekkül güç. Ama isyansız tarih olmaz, bütün dinler, bütün efsaneler bunu haykırıyor. İblisin isyanı, Promete'nin isyanı...Neden tevekkül güç? Ve Allah insanı yarattıktan sonra istirahate çekildi, insana yükledi vazifelerini, hilkatin son şaheseri insana. Yaratmak, daima bütünün parçalanması. Tanrı kainatla sınırlandırdı kendini ve her varlıkta bir kere parçalandı. İnsan da öyle."

"Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor yurdundan. Hayır, kirlettiği bir odadan kaçar gibi. Unutuyor ki vatanı kenefe çeviren kendisi. Aydın, Tanzimat'tan beri Batı kapitalizminin şuursuz simsarı. Tanzimat bir medeniyetin fethi değil bir ırzın teslimi. Ve aydın harabe haline getirdiği bu memleketin enkazından bir şeyler yüklenip batıya kaçmak istiyor. O enkazla yeni bir bina kurmak güç şey. Ama zavallı dostlarım, dünyanın en güzel coğrafyasını cehennemleştiren biziz. Bavulunuzda, hafızanızda o cehennemi taşıyorsunuz. Kaçış daima zelilanedir. Bu kaçış bir kendini arayış da değil, pervanenin ışığa koşması da. Hürrüyet hürriyet, ne hürriyeti? Mevcut hürriyetleri kullanıyor musun? 1963 Türkiyesi Voltaire'lerin Fransa'sından yüz kere daha hür. Voltaire'ler nerede?"

"...O halde? Tefekkürün her ülkede bir nevi 'martyr' olduğu belki bir vakıa. Ama şehvet dolu bir 'martyr'. Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli. Nihayet manastır var Batıda. Yaralanan insan köpek gibi sokağa terkedilmez."

"Söz zehirli bir kama. Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil'in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgarı hepsini alır götürür. Bir rebabın tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan. Kelime şuurun  güneşinde eriyen bal mumundan düşüncelere giydirdiğimiz elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kah uçuruma atılan, kah ufuklara süzülen rüya mahluklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement."

"Ölmemek için öldürmek mi? Peki öldürürsem ölmeyecek miyim? Belki öldürdüğüm her canlıda ölen kendinsin. Ama bunu ne zaman kavrayacak insan? Ya örs olacaksın ya çekiç diyor Goethe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi? Aynı varlık. Tek varlık. Hakikat bu mu? Harbin hud'a olduğu mu hakikat? Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?"

"Kitap kainata açılan kapı. Ruh yazının icadından sonra ölümsüzleşti. Ehramlar ahmak bir taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi. Tanrı bütün nevileri denedikten sonra insanı yarattı. Ve selahiyetlerini ona devretti. Kitap binlerce yılın ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşıyan ses. Kitap bütün peygamberlerin mucizesi. Eflatun'u barbardan ayıran okumuş olması. Hepimiz maddenin mağarasına zincirliyiz. Kitap mağaramıza akseden ışık. Pisliklerinden, ölümlü taraflarından sıyrılan insan, yalın kılıç insan. Kalp ve kafa."

19 Haziran 2021 Cumartesi

Cemile - Cengiz Aytmatov

Ünlü Fransız şair ve yazarı Louis Aragon'un "bu hikaye bence dünyanın en güzel aşk hikayesidir" diye nitelediği Cengiz Aytmatov'un 1958'de yayımlanan "Cemile" adlı uzun hikayesi ile birlikte "Öğretmen Duyşen" adlı öykü var kitapta. İki öykü de aynı köyde geçiyor. Kurkur'da. Bu nedenle ikinci hikayenin başında sanki Cemile'nin devamı sanmıştım bu öyküyü de. Gün Olur Asra Bedel'den sonra okuduğum ikinci Aytmatov kitabı oldu. Kısa kısa iki öykü. İlkinde eşi askere gitmiş ve dönmemiş dünyalar güzeli Cemile'nin aile ve toplum baskısına rağmen içinden gelen sesi dinlemesi ile Daniyar'a olan aşkı ve eşinin kardeşinin de bunu desteklemesi ve diğerinde de Kurkur köyünde yaptıkları ile iz bırakan öğretmen Duyşen anlatılıyor. İkisi de güzel, sıkmayan akıcı hikayeler. Diğer Rus romanlarına nazaran Aytmatov romanlarında ve hikayelerinde daha çok kendimizi bulduğumuzu söylemeliyim.

Alıntılarıma gelince:

"Hem konuşmaya ne gerek vardı? İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez..."

"Bir insan kendini gösterecek bir şey yapmazsa, yavaş yavaş unutulur gider."

"Yalnız şunu bilmelisin ki, mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma!"

"Ansızın çakıveren düşüncelerdi bunlar gelip geçerlerdi. En büyük mutluluğum, Cemile'nin çocuk dudakları gibi aralanmış yumuşacık dudaklarını, göz yaşlarıyla buğulanmış gözlerini seyretmekti. Ne güzeldi: yüzü bir esin, bir tutku kaynağıydı! Duyuyordum bunu, ama tam anlayamıyordum. Şimdi bile kendime sorarım: bir esin kaynağı mıdır aşk; şairlerin , ressamların yabancısı olmadığı bir esin kaynağı mıdır? Cemile'ye baktıkça, bozkıra çıkmak gelirdi içimden; çıkıp yere göğe seslenmek, bağırmak, içimdeki o garip tedirginliği, o garip mutluluğu alt etmek için ne yapmam gerektiğini sormak gelirdi. Galiba bir gün bunun cevabını buldum."

14 Haziran 2021 Pazartesi

Benim Hüzünlü Orospularım - Gabriel Garcia Marquez

Kahramanımız, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden yatmamış yaşlı bir gazeteci. 90. yaş gününde kendine bir armağan vermeye kalkışır. Eskiden tanıdığı  bir genelev patroniçesini arar ve el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söyler. Ama işler hiç umduğu gibi gitmeyecek, ihtiyarlığının sonunda aşkı bulacaktır.

Yaşlılık, geçip giden ömür ve aşk ilişkileri çok güzel anlatılmış. Bu kısa roman 1982 Nobel Edebiyat Ödülü almış.

Alıntılarım ise şöyle:

"O günden sonra hayatı yıllarla değil onyıllarla ölçmeye başlamıştım. Ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım. Altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu. Yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu. Her şeye rağmen, doksanıncı yaşımın ilk sabahı Delgadina' nın mutlu yatağında sağ olarak uyandığımda, hayatın Herakleitos' un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan."

"  'Ne yaparsan yap, ama o çocuğu kaçırma' dedi. 'Dünyada tek başına ölmekten daha büyük bir felaket olamaz.' "

"Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir."

7 Haziran 2021 Pazartesi

Demirciler Çarşısı Cinayeti - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal'in okuması keyif veren kitaplarından biri. Çukurova böyle mi güzel anlatılır. O kelimelerin seçimi, adeta dile geliyor otlar çiçekler. Kitabı okurken sanki önünüzde sinema oynuyor, tiyatro oynuyor. Romanın içine giriyorsunuz. Adeta kelimeleri dans ettiriyor. Hiç bitmesin istiyorsunuz. Yaşar Kemal okuduktan sonra diğer romanları okuyamıyorsunuz. Basit geliyor. Yaşar Kemal romanlarındaki bu kelime zenginlikleri sona ermesin, nesillerin devamınca kullanılsın bu isimler, sıfatlar, fiiller. 
Konusuna gelince, Çukurovadaki iki ağa arasında süregelen kan davası anlatılıyor. Ağalık düzeni. Ölüm konusu ön planda. Akçasazın Ağaları üçlüsünün birinci kitabı olan bu eser 1973'te yayımlandı. Mutlaka okunmalı. 

Hangi birini alıntılayayım? Kitabın tamamını mı. İşte bazıları:

 "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler."
"Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu.: "O iyi, o iyi insanlar..."

"Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık!. Şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden..."

"Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor. 
Bu kadar yalnızlık, bu kadar kimsesizlik yalnız be yalnız Allaha mahsustur."

"Şu koskoca evrenin en acı çeken yaratığı benim. İnsanlar çok acı çekiyorlar. En beteri ölüm acısını çekiyorlar. Ben daha ilerinin, acı olmayanın, acısızlığın acısını çekiyorum."

"Turnayı alıp götürdüler. Bahçedeki kamış kümesi yağmurda karanlık karanlık balkıyordu. Bir ölüye bakar gibi bakıyorlar. Ölü sayıyorlar. Acıyorlar. Ölüme acır gibi acıyorlar. Ölü büyülü, kutsal bir nesnedir. insan ölüsü."

"Ve turna gökten ölüme düştü. Turna öleceğini bilmez. Turnalar birbirlerine böyle bakamazlar. Turnalar sevinirler, acı duyarlar mı? Ölümü bilmeyen hiçbir şeyi bilmez. Ölümü bilmeyenler yaşıyor da sayılmazlar. Ya ölüm olmasaydı, ya ölüm korkusu olmasaydı? Usandırıcı bir şey...Ölüm olduğu için biraz daha çok yaşamak istiyoruz. Ölüm olmasaydı...Turnaların biraz daha yaşamak tutkunlukları var mı, böylesine, insancasına..."

"Hiç kimsenin ölümden kurtuluşu yok. Benim erken olacak. Bütün çabam birkaç günü daha kurtarabilmek. Birkaç günü bir anı..."

"Hiçbir yaratık, hiçbir yaratık bu kadar acı çekmemiştir. İnsanın acısını hafifleten şey, insanın hiçbir zaman kendi ölümüne inanmamasıdır, derler. Yalan yalan...Herkes ölümüne inanır. En aptallar bile. Ölümüne inanmayan bu kadar sevmez dünyayı. Bu kadar bağlanmaz ona. Ben Sarıoğlu Derviş Bey öldürüleceğime, hem de bir kaç gün içinde öldürüleceğime inanıyorum."

"Beyazıtoğlu:
'Süleyman Bey' demişti. 'Osmanlıya kızma. Göçebelik yarı yabanıllık demektir. Osmanlıya göre. Osmanlı yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez. Osmanlı ne kazandı, ne yitirdi bundan, ne kendi bilir, ne kimse... Artık dünyada göçebe kalmadı. Bak, Frengistanda hiç göçebe var mı? Yerleşmek zorundayız Süleyman. Biz yerleştik kötü mü ettik? Bir küçücük aşiretin beyi iken koca Maraşın Beyi olduk. Sen de yerleşeceksin..' "

"Uzun yıllar sonra karşısına ak sakallı, uzun bıyıklı, güzel gözlü bir piri fani, Alevi dedesi çıktı. Ona söyledi ki, her şey ne kadar ölümse o kadar yaşamdır. Bu tek yönlü olamaz.
Ve dede kızdı, onu aşağıladı:
'Sen kötü bakıyorsun dünyaya,' dedi. 'Hayır, sana kötü bakıyorsun demeyim. Kötü bakıyorsun demek yanlış. Tek yönlü bakıyorsun. Baksana, ölümden daha güçlü olan yaşamdır. Yaşam yoksa, hiç bir şey olmayacak. Yaşam olduğu için ölüm de vardır. Her şeyin, tekmil
evrenin başı yaşamdır. Sürüp giden ölüm değil, yaşamdır.' "

"..Kimin ne zararı olmuşsa tespit ettireceğim, herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum. Düşmanımın bu kadar alçalışına yanıyorum. Akyollu soyu bu kudurmuş adama gelinceye kadar böylesine bir alçaklığa hiçbir zaman başvurmadı. Biz de Akyollular gibi düşmanımız var diye, her zaman övündük."

"..Ölüm zor. Yeter gayrı. Allahın verdiği canı kul almasın. Allahın bile can almakta hakkı olmamalıydı. İnsanın can vermesi büyük haksızlık. Anladın mı Mustafa? Sen ana olmadın, siz ana olmadınız da can kıymeti bilmezsiniz. Bir ana bilir can neymiş. Bir can değeri neymiş. Anladın mı Mustafa? Allahın bile can almaya hakkı olmamalıydı. İnsan yaptığı en güzel, en şirin, en onurlu, en görkemli şeyi kendi eliyle öldürür mü? Öyle değil mi Mustafa? Bu Allahın işi de iş mi? Halbuki Mustafa, siz, siz o güzel yapıyı Allahtan önce yıkıyorsunuz. Kıyılır mı insana bre Mustafa? Bak Murtaza öldürüldü. Bir yağmurluk gün..Öldürmeyin  Mustafa. Ölüm batsın."

"..Biliyor, diye düşünde, kertenkele de biliyor ölümü. Ölümün acısını, boşluğunu biliyor. Her kim ki, hangi canlı ki korkuyorsa, o ölümü biliyor. Otlar da, ağaçlar, kelebekler,böcekler de ölümü biliyor. Yalnız ölümün boşluğunu bilmiyorlar, acısını, acısının ötesinde boşluğunu bilmiyorlar."

6 Haziran 2021 Pazar

Çıkrıklar Durunca - Sadri Ertem

"Çıkrıklar Durunca" yazarın ilk romanıdır. Roman 1929'da Vakit Gazetesinde tefrika edildikten sonra 1930' da kitap olarak basılmıştır.

Çıkrıklar Durunca edebiyatımızda toplumcu gerçekçi bakış açısıyla yazılmış ilk romandır.

Roman, hem ekonomi-politik hem Alevi inancı çevresinde Hazret-i Ali kültünü işleyen hem de sömüren-sömürülen bağlamında Osmanlı Devletinin sosyal düzeninin gerçekçi bir eleştirisidir.

Roman bu nedenlerle arkasında yansıttıkları açısından dikkatli ve düşünerek okumayı gerektirir. Dilinin biraz ağır olması, yani günümüzde kullanılmayan sözcükleri içermesi okumayı zorlaştıran nedenlerden oldu benim için. 

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Devlet bir şahindir, bir kanadı ordu, bir kanadı işçidir. Kanadı kopuk şahin uçamaz, çöplükte sürünür..."

"Açılmayan kapı olmaz; açmasını bilmeli...Merhamet, şiddet, zeka, ilim hatta cinayet dostum yalnız bir şey içindir. Muvaffakiyet.."

"Sıddıkzade nargilesini tokurdattı, mor fesini tahta kalıbın üstüne yerleştirdi, yayılmış tiftik postu üstünde, çekme potinlerini çıkardı, rahat rahat bağdaş kurdu, şalvarını düzeltti, gerindi tembel, hantal bir bakışla etrafa bakındı."

"İnsanın soytarı olmadan, başkalarını güldürmeden, başkalarının hodbinlerini şahlandırmadan sevimli olması ne güç şeydir."

"-Baba.. Zina edenleri, hırsızları, soyguncuları, orospuları, pezevenkleri bir tarafa; zayıfları, kimsesizleri, bir tarafa koyup; iyileri kötülere dövdüren bir Allah anlamıyorum."

"..Sıddıkzade kazanacak, kar edecek, bir çeşme yaptıracak. Ömrünün sonunda yapılan bir çeşme yüzünden, kıyamete kadar herkes onu rahmetle anacak.... İnsan zengin oldu mu rastıklayıp, sürmeleyip Allah'ı bile koynuna alsa günahı kalmayacak."

"Sevgimizi, çocuğumuzu kaybetti iseniz, bilirsiniz. Yataktaki vücudun izleri, yastıktaki kırışıklıklar, yorgandaki yar kokusu sizi onlara dokunmaktan meneder, onları bozmaktan, onları düzeltmekten korkarsınız. Bir çalı, bir minder, bir avuç pamuk şilte ve yarım arşın yün örtüye sahip olmayanlar için ancak bir bahar mevsimi vardır, bir döşek hatırasını ancak o zaman canlandırır. Onun için ot mevsimi Hasan'ı yaktı, harap etti."

"-Bir kadın evvela seviyorum der. Erkeğin kollarına yaslanır. tenini teninin ateşine bırakır, fakat sonra birden vazgeçer bir başkasını daha güzelini düşünebilir. Kim temin eder ki bu kadın da böyle değildir. Kadın erkekteki şüpheyi sezdi."

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Yeraltından Notlar - Dostoyevski

Dostoyevski'yi Dostoyevski yapan kitaplardan biridir. Genelinde toplumsal eleştiri barındırır. Diğer kitaplarından farklıdır. En azından roman değildir. Bir olay kurgusu içinde değerlendirmedim ben. İçinden gelenleri rahatça dışa vurmuş yazar. Bu haliyle en sevdiğim Dostoyevski kitaplarından biri oldu Yeraltından Notlar.

Yeraltından Notlar, iki bölümden meydana gelmektedir. Kitabın bölümleri ve bu kitabı neden yazdığı konusunda Dostoyevski: “Gerek ‘Notlar’ yazarının, gerek ‘Notlar’ın tamamen hayal mahsulü olduğu şüphesizdir. Bununla beraber, çevremizdeki insanlar üzerinde biraz düşünülürse, bu notların yazarı gibi şahısların aramızda bulunmasının yalnız mümkün değil, muhakkak olduğu anlaşılır. Ben sadece pek yakın bir zamanın sıradan bir tipini daha açık olarak kamu huzuruna çıkarmak istedim. Bu, henüz hayatta olan kuşağın tiplerinden biridir. ‘Yeraltı’ adlı verilen bölümde bu şahıs kendisini, fikirlerini tanıtırken, neden muhitimizde yer aldığını ve bunun neden kaçınılmaz olduğunu açıklamak ister gibidir. İkinci bölümdeyse, bu şahsın hayatına ait bazı olayları anlatan gerçek ‘Notlar’ yer almaktadır” demektedir.

“Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.”

"Nihayet şuna geliyoruz baylar: En iyisi hiçbir şey yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun için yaşasın yeralt."

"Bence manevi yoksunluklar, bütün maddi azaplardan çok daha ağırdır."

"Dünya mı yıkılsın yoksa bir bardak çay mı içersin?" deseler...
"Ben çayımı içtikten sonra dünyanın canı cehenneme" derdim.

"Okumaktan başka yapacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum."

"Yemin ederim size baylar, fazla bilinçli olmak bir hastalıktır. Gerçek, tam bir hastalıktır."

"Saygıdeğer karıncalar gözlerini yuvada açar, besbelli orada kaparlar; bu müspet ve sebatkâr davranışlarıyla da büyük bir onuru hak ederler.Fakat insan hercai, bir dalda durmaz bir yaratıktır ve belki de satranç oyuncuları gibi gayeyi değil, gayeye giden yolu sever. Kim bilir (emin olamayız tabi) belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle hayatın ta kendisidir, yani iki kere iki dört cinsinden bir formül olan gaye değildir; zaten iki kere iki dört, hayat değildir baylar, ölümün başlangıcıdır."

"Evet efendim, on dokuzuncu yüzyıl adamı en başta karaktersiz olmalı, böyle olmaya manen mecburdur; karakter sahibi, çalışkan bir insansa oldukça dar kafalıdır. Kırk yıllık bir ömürden sonra bu inanca vardım. Kırk yaşındayım artık, şaka değil; kırk yıllık koca bir ömür, ihtiyarlığın ta kendisi. Kırk yaşından fazla yaşamak ayıptır; bayağılık, hatta ahlaksızlıktır! Tüm samimiyetinizle, dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer. Ben söyleyeyim size: Aptallarla namussuzlar. Bunu tüm ihtiyarlara, o saygıdeğer, ak saçlı, mis kokulu ihtiyarların yüzüne de söylerim! Buna hakkım var, çünkü ben de atmış yaşına kadar yaşayacağım. Hatta yetmişe kadar! Seksenimi bulacağım!..Durun müsaade edin de biraz soluklanayım."

"...;umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan." 
 
"Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum: Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?"

Bir Avuç Saçma - Refik Halid Karay

Refik Halid Karay'ın "Bir Avuç Saçma" kitabını okumaya karar vermem aşağıdaki alıntıda geçen "Fazla nezaket kabalıktan çirkindir."
sözünü bir yerlerde okumamla başladı. Bu alıntı hangi kitaptan acaba diye araştırdım ve bu kitabı buldum. Kitap başlı başına bir Türkçe şöleni. Toplumsal tespitleri var özellikle kadınlar üzerine.

Anlatımı yalın. Adında da bahsedildiği gibi saçma ve ders alınası öykülere yer vermiş yazar. Zevkle okudum.

"Bir gün İstanbul'a gelmiş ve İstanbullulaşmış olan akrabasını ziyarete gitmiş; galiba bir bayram vaya kandil imiş. Sormuşlar:
"Direklerarasında çok adam var mıydı?"
Taşralı nezaket göstermenin tam sırası geldiğine hükmetmiş ve ağzını yaya büze demiş ki:
"Pek galebelikti, efendim!"
Gülmekten katılmışlar. Zira İstanbul' da galebelik, kalabalık suretinde okunur ve söylenir. Kalabalığa 'galebelik' demek kabalık olur. Canım 'salı' da elifi ve yayı uzatmak ve 'hafta' telaffuz ettiğimizi de 'hefte' yapmak, çarşambayı 'çıharşanbe' okumak kadar acayip görünür. Bazı kelimelerin güzelliği, spor ayakkabısı kabalığındadır. Zinciri yakaya ilişik, altın çerçeveli, nazik eski gözlüklere bakınız. Bir de bağa taklidi, kulaktan atma yeniklerine, kabalarına...Elbette bunları beğenirsiniz.  Fazla nezaket kabalıktan çirkindir.  "

"Okullarda her şeyi öğretirler, mesela kelebeğin nasıl koza ördüğünden, maden kömürünün nasıl vücuda geldiğine kadar... Fakat hayat için daha önemli olan bir mesele ders programlarına dahil değildir: Konuşmak usulü!"

"Köpük faydalı bir şey olurdu, su gibi hoş olan bir çıplaklığı değil, bir çirkinliği örtseydi..."

"Ağırbaşlı su, köpüklenince hoppalaşır ve bayağılaşır. Bir çağlayanın kolları bana, kafe şantanda caz davuluna uyarak çılgınca numaralar yapan ak eteklikli oyuncu kızları hatırlatır. Bunaltıcı bir gürültü içinde yalancı bir keyif!"

"Şimdiki evlilikleri seslere paylaştırabiliriz: İlk günler bir şapırtı sonrakiler sızıltı, daha sonrakiler homurtu, en sonrakiler ise gürültüdür. Nihayetinde bir gümbürtü ile fasıl nihayet bulur. Aradaki çocuk mırıltıları da bu cehennemi musikinin bastonunu tutar."

"Kadın var kardan soğuk, kadın var kordan sıcak... Kadının muhabbette ortası yoktur. Severse baldan tatlıdır, sevmezse zakkumdan acı!"

"Kadını parası için alacak adam, avucunu açarken gözünü kapamak lazım geldiğini bilmelidir. Evlenirken de keseni açacağına gözünü aç!"

"Kedi, ağzı şapırdayanın; kadın, kesesi şıkırdayanın yüzüne bakar ve dizine çıkar."

"Kadın ve kız bahsinde bir irdeleme: Ham muzun dışından manzarası, olgunundan güzeldir. Lakin hele bunu bir kere soy, hangisinin daha ballı olduğunu anlarsın. Ham doğrudan doğruya dişe dokunur, olgun damağa yayılır."