Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
30 Ekim 2020 Cuma
Peygamberin Son Beş Günü - Tahsin Yücel
11 Ekim 2020 Pazar
Dokunma Dersleri - Yalçın Tosun
"Yatağın ucuna oturmuş, yatmadan önce uzun uzun dirseklerini kremliyordu her zamanki gibi. Yüzünde muzafferlere özgü o tuhaf ifade. Görmüyordum yüzünü, ama anlamını seziyordum. Evlilikte olur böyle şeyler. Bir süre sonra sözcüklerin yerini başka şeyler alır. Sözcükleri tozlanmasın diye özenle paketleyerek rafa kaldırma sanatıdır bir anlamda evlilik. Her evlilikte zamanla, detaylarda az çok farklı, ama temelde aynı kurallara bağlı o gizli dil hüküm sürmeye başlar. Çoğu kinle ve yerine getirilememiş isteklerin yanık kokusunun verdiği sancılı sızılarla beslenen; kendine özgü bakış, iç çekiş, saçı arkaya atış, yarım gülüş, kaş kaldırış, göz deviriş, hızla bacak sallayış, uzaklara manidar bakışlarla dalış ve benzeri değişik anlamları bünyesinde özenle barındıran hareketlerin bir toplamıdır bu gizli dil."
"Düşlerimden de eksilerek, yavaş yavaş kayboldu Dilan.
İlk yakıcı günahlarımızı, şefkatin şehvetle henüz yer değiştirmemiş olmasının tenimize verdiği o billur tazeliği, çocukluğumuzun bizi hızla terk etmesinin getirdiği o büyük acıyı unuttuğumuz gibi unuttuk onu.
Hafızamızın korkulan dallarının arasına, kendi puslu ve karanlık ormanlarımızın en derinine gömerek unuttuk."
"..Babamsa biraz kem küm edecek ağzının içinde, sonra her zamanki gibi susacak. annemin yanında durduğu zamanlarda bile aslında biraz arkasındaymış gibi görünen, daima yılgın babam ve o sevgili suskusu. Bakışlarında değişmeyen, o acıtıcı uzaklıkta..."
Balkon - Jean Gennet
Genet, Balkon' da toplumu, insanların düşlerini düşlerini gerçekleştirdiği bir genelev olarak tasarlar. Oyunun başında şatafatlı giysiler içinde gösterişli bir söylev çeken bir piskopos görürüz. Oyun ilerledikçe bu kişinin bir memur olduğunu Büyük Balkon adındaki Madam Irma' nın randevu evinde cinsellik ve iktidarla ilgili fantezilerini tatmine çalıştığını anlarız. Madam Irma' nın randevu evi bir yanılsamalar sarayıdır.
10 Ekim 2020 Cumartesi
Sahilde Kafka - Haruki Murakami
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6AfWLAaVmgA5mE37omZdZqxfz2ii-gDc9hbztVw9cHkIGQFiMvcnHYGMq9rQaNL2ibusG_-3iOMu2dwKU2h4UvTnrQlx6RVr9V7Rh16Wj7NZRImUg1SKCe2RY05JuQxNPljA6og6RoRQ/w276-h400/0000000315107-1.jpg)
"İster gay olsun, ister lezbiyen, ister heteroseksüel, ister feminist, isterse faşist bir domuz ya da komünist, isterse Hare Krishna'cı olsun. Ne olduğunun hiç hiç önemi yok. Elinde hangi bayrağı salladığının önemi yok. Benim tahammül edemediğim içi boş tipler. Öyle insanlar karşıma çıktığında sabrım taşıyor, gereksiz laflar etmeye başlıyorum...Hayal gücünden yoksun, sığ hoşgörüsüz. Başına buyruk tezler, içi boş laflar, dağınık ideolojiler, kalıplaşmış sistemler.."
" 'Doğanın tuhaf bir yasası bu' dedim Martin'e 'çirkin kadın daha hoş olan arkadaşının parıltısından yararlanmayı umuyor ve hoş olan da arkadaşının çirkinliğinin yarattığı fonda daha büyük bir parıltıyla parlamayı umuyor."
Hatırladıklarım - Zekeriya Sertel
Yakın tarihe ışık tutan bir kitap. Şiddetle öneririm.
Kitapta altını çizdiğim cümleler, paragraflar çok:
"Şair Mehmet Emin, son derece basit ve mütevazı bir adamdı. Beyaz top sakalı çehresine bir ortodoks papazı görünümü verirdi. Toplantılara gelince en önde iğreti bir sandalyeye oturur, ellerini önüne bağlar, öylece put gibi sessiz ve hareketsiz dururdu.Söze hiç karışmazdı. Arada sırada bizlere en yeni yazdığı manzumesini okurdu. Manzumelerde hep büyük kelimeler kullanarak dinleyicileri etkilemeye çalışırdı. Fakat bunlara şiir denemezdi. Ne var ki, o günkü milliyetçi gençler onu kendilerinin büyük şairi sayarlardı. Çünkü, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" sözünü ilk defa söyleyen o olmuştu. Gençler onu bir Türk şairi olarak severlerdi. Zaten iddiasız, temiz ve namuslu bir adamdı. O devirde böyle kalmak bir meziyet sayılırdı. Yoksa o da istese paraya boğulabilirdi. Fakat bütün meziyeti de bundan ibaretti. Milliyetçilik cereyanı geçince, şair olarak adı unutuldu."
"Benim bir "Dönme" kızıyla evlenmek üzere bulunduğumu
ittihat ve Terakki genel merkez komitesine duyurmuşlar. Bir gün bu komitenin ünlü üyesi sayılan Doktor Nazım beni çağırdı. Tebrik etti. Yaptığım işin önemini bilip bilmediğimi sordu,
- Sen belki farkında değilsin, dedi, fakat yüzyıllardan beri birbirine yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açıyorsun. Dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi değerlendirmeli ve Türklerle "Dönme"lerin birleşmesini bu vesile ile kutlamalıyız. Bunu milli ve tarihi bir olay gibi değerlendirmek gerek. Şaşırdım.
-Yani ne yapalım, efendim, dedim.
- Yani, nikahınızı biz kıyacağız. işi gazetelere duyuracağız.
Bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli olay haline getireceğiz."
"Onun düşüncesi şuydu: "Ordumuz kalmamıştı. Düşman kuvvetli, biz ise zayıftık. Dağınık ve perişan bir hale düşmüştük. Bu durumda İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük düşmanlara karşı duramaz ve onları memleketten çıkaramazdık. Bu kuvvetleri ancak Amerika'nın yardımıyla memleketten kovabilirdik".
Halide Edip, Amerika'nın emperyalist bir devlet olmadığını sanıyor, Washington'un iyi niyetine inanıyordu. Türkiye'yi düştüğü felaket uçurumundan kurtarmak için, Amerika, bizden bir şey istemeyecekti. Yalnız işgal kuvvetlerine karşı Türkiye'yi koruyabilmesi için, Türkiye'nin Amerikan mandasına girmeyi kabul etmesi gerekiyordu. Biz Amerikan himayesine girerken, iktisadi yardım da görecek ve böylece hem işgalden kurtulmuş olacaktık, hem de bağımsızlığımıza kavuşarak kalkınma olanakları bulacaktık.
Oysa Amerika, lngiltere'nin harp yorgunluğundan yararlanarak Ortadoğu'ya girmek istiyordu. Bunun için de Türkiye'yi seçmişti. Memlekette bir de Amerikan mandacılığı örgütü kurulmasına yardım etmişti."
"Hayat durmadan işleyen bir makine. Yorulmadan çalışacaksın. Koşacak didineceksin. Durmadan dönen bir makineye ayak uyduramayıp kendini çarka kaptırdın mı, gittin demektir. Ne elinden tutan olur, ne de sesini duyan. Bu para kazanma yarışında altta kalanın canı çıkar. Sürünür veya ölürsün, kimsenin umurunda bile değildir.
Yirmi yıl Amerika' da bulunup bakkal dükkanı işleten bir Ruma rastlamıştım, baktım kazancı yerinde ...
- Eh, dedim, hayatından memnunsun, değil mi?
Şaşkınlıkla yüzüme baktı,
- Ne diyorsun bey, dedi. Burada çalışmak var, yaşamak yok. Biz çalışıp para kazanıyoruz, ama yaşamıyoruz. lstanbul' dayken
kazanmıyorduk ama, yaşıyorduk."
"O gün Meclis hıncahınçtı. Bütün elçiler, bütün basın mensupları, bütün diplomatlar oradaydı. Meclis, tarihi bir gün yaşıyordu. Ben ismet Paşa'yı ilk kez görecektim. Merak ve heyecan içindeydim. Bir alkış fırtınası koptu. Gözler salonun yan kapılarına dikildi. Üzerinde basit asker elbisesi, başında gri kalpağıyla İsmet Paşa göründü. Meclis onu ayağa kalkarak selamladı. Paşa çalımsız, kısa boylu, basit bir askerdi. Pantolonu ütüsüz, ceketi buruşuktu. Kalpak, kulaklarına kadar inmişti. Lozan'dan değil de, sanki cepheden geliyordu. Kıyafetini değiştirmeye vakit bulamadan tozlu çizmeleriyle Meclis' e gelivermiş gibiydi. Onun bu basit, bu iddiasız ve mütevazı hali, Kurtuluş Savaşı'nın canlı bir sembolü idi. Karşımızda şık giyinmiş, iddialı bir diplomat değil, cephede ve Lozan'da zafer kazanmış bir komutan vardı. Kurtuluş Savaşı, işte böyle fıkaralık içinde yapılmıştı.
İsmet Paşa konuşmaya başlayınca Meclis kulak kesildi. Paşa, Lozan'da emperyalist memleketler diplomatlarının, Anadolu za
ferini yenilgiye çevirmek için oynadıkları çeşitli oyunları anlattı;
İngiliz temsilcisi Lord Curzon'un zaman zaman tehditler savurduğunu, fakat hiçbir hile ve tehdidin fayda vermediğini açıkladı.
Lord Curzon konferansta, "Siz bize Anadolu'nun kapılarını kaparsanız, biz Anadolu'ya arka kapıdan girmesini biliriz," demişti. Yani, yeni Türkiye yabancı sermayeye muhtaç olacaktı. Bu yabancı sermaye Türkiye'yi içinden fethetmesini bilecekti. İsmet Paşa Lozan' da hiçbir tehdit ve hile karşısında eğilmemiş, Sakarya zaferini diplomatik bir zaferle tamamlamasını bilmişti. Onun için Meclis onu ayakta alkışlıyordu."
"Bakanlıkta İsmet Paşa'yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış hantal bir otomobil bekliyordu. Ben amirim olarak Paşa'yı birkaç kez daha görmüştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakit ki abullabut giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendisini alıştıramıyordu. Pantolonu ütüsüz, üstü başı itinasızdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu ... Fakat babacan bir hali vardı. İnsanda
derhal güven uyandırıyordu."
"Ben bu satırları kaleme aldığım sırada Cumhuriyet, oğulları Nadir Nadi ve Doğan Nadi'nin elindedir. Evlatları böyle zengin bir mirasa konmuşlardır. Bu gençler gazeteye bağımsız ve taraf sız bir kişilik vermişlerdir. Hatta birçok bakımdan Cumhuriyet gazetesi ileri gruplarla işbirliği yapmaktadır. Yalnız beni üzen şey gazetenin kurucuları arasında adımın unutulmuş olmasıdır."
Nazım, bu çirkin saldırılar karşısında bir süre sustu, hücumlara önem vermedi. Fakat burjuva şairleri iyice azıtınca, Nazım da karşı taarruza geçti. Önce Ahmet Haşim'i ele aldı. 'İki Serseri Var' başlıklı şiiri ile ona ilk hücumu yaptı. Nazım, bu şiirinde Ahmet Haşim'i teşhir ediyor, yabancı sermayeye aracılık, sırmalı yakalılara uşaklık ettiğini anlatıyor ve bu burjuva şairini yerden yere vuruyordu. Bu şiir, Nazım'ın hiciv alanında ilk denemesiydi. Fakat o kadar kuvvetli bir şiirdi ki, düşmanları bile şaşırdılar.
Amansız bir hasımla karşı karşıya olduklarını anladılar.
Nazım'ın ikinci hedefi, o vaktin Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi oldu. Sahte milliyetçi Hamdullah Suphi'yi Nazım, beli sıkılınca ellerini çırpan bir soytarıya benzetiyordu. Nazım, Hamdullah Suphi'nin bütün kişiliğini kalın çizgilerle ortaya
koymuştu. Nazım, bundan sonra da Türkiye'nin ünlü edebiyatçısı Yakup Kadri'ye çattı.
Nazım'ın bu hücumları, düşmanlarını telaşa düşürdü. Nazım'ın insafı yoktu. Burjuva şairlerini halkın gözünde kepaze etmek için eline bir fırsat geçirmişti. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Hücumlarını genişletmek, bütün eski kuşak şair ve edebiyatçılarını silip süpürmek hevesine kapılmıştı. Resimli Ay'da "Putları Yıkıyoruz" diye bir kampanyaya başladık.
Putlaştırılmış ne kadar edebiyatçı varsa, hepsini birer birer tahtlarından indirmeye karar verdik. Sanat hayatında, haklı ya da haksız ün kazanmış kimseler vardı. Bunlar yeniliğe giden yolu kapıyorlardı. İlerleyebilmek için bu engelleri ortadan kaldırmak gerekti. Aynca bu gerçek veya sahte ünlü kimseler, halkı ve gençliği etkileyebiliyorlardı. Gençleri yeni ideolojilerle zenginleştirebilmek için, bu etkiyi kırmak gerekti. İşte bu düşüncelerle, putlaşmış eski ünlülere karşı bir saldırıya geçtik. İşe en çok sevilen Namık Kemal ile başladık. Namık Kemal'ın bir burjuva şairi olduğunu ve kendi sınıfının çıkarlarını savunmaya çalıştığını belirttik. Namık Kemal'in sanat hayatı üzerinde soruşturmalar düzenledik. Röportajlar yayınladık. Ahlak ve vatan sevgisinden söz ettiği halde, Saray'ın parasıyla yaşadığını anlatmaya çalıştık. Bu yayınlar ortalığı sarstı. Düşmanlar ayaklarının altındaki toprağın sallanmaya başladığını duydular.
Ama biz, yöremizdeki homurtulara aldırmadan yolumuza devam ettik. Sıra ile Tevfik Fikret'i, Abdülhak Hamit'i filan tahtlarından indirmeye çalışacaktık. Savaş böyle genişleyince, tepkisi de büyüdü. Yalnız sanat çevresi değil, gençler ve genel olarak aydınlar, bu savaştan rahatsız oldular. Putlar birer birer yıkılıyor, kazanılmış ünler yere seriliyordu. Peki ama bu yol nereye çıkardı? Putlar yıkılınca sanat çevresinde tapılacak adam kalmıyordu.
Sanat çevresi boşalacaktı. Onların yerini alacak kimseler henüz ün yapamamıştı. Burjuva sanatçıları telaş içindeydiler. Memlekette bütün değerleri yok sayan bu anarşist hareketi durdurmak gerektiğini öne sürmeye başladılar. Halkı ve gençliği, milli değerleri korumaya çağırdılar. Bu kışkırtmalar, üniversite gençliğinin bir kısmını harekete geçirdi. Bir gün 40-50 kişilik bir öğrenci topluluğu matbaamızı bastı. Nazım, bunların gelişini sokağa bakan çalışma odasından görmüş. Koşup bana haber verdi. Heyecanlanmıştı. Yayınımızın uyandırdığı tepkinin bu dereceye varabileceğini kestirmemişti. Yüzünde ve gözlerinde endişe okunuyordu. Onun yüzünden matbaaya bir zarar gelmesi ihtimali onu üzmüştü."
"Nazım'ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, herkes ondan söz ediyordu. Ünü, sonunda Mustafa Kemal'e kadar ulaştı. Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayı'ndaki sofrada Nazım'ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nazım'dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine, Nazım'ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek istediğini gösterir. Nazım'ın şiir plakları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra, "Bu şair sizlere benzemiyor," der. Ve Nazım'ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. "Bu şairi bulup getirsinler," emrini verir.
Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy Polis Merkezi'ne Nazım'ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç va
kit bir polis, Nazım'ın evinin kapısını çalar. Nazım uykudan kalkıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker.
Polis nezaketle Mustafa Kemal'in kendisini Dolmabahçe Sa-
rayı,nda beklediğini bildirir. Nazım o vakit kendisine gelir.
- Oğlum, der, Paşa,ya benden selam söyleyin. Ben "Deniz kızı Eftalya" değilim.
Bunu der demez kapıyı kapar.
Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Eftalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi adet edinmişti. Nazım, şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal'e, bir basit
şarkıcı gibi çağrılamayacağını anlatmak istemişti.
Nazım'ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal'in tepkisi şu olmuş:
- Aferin çocuğa ... İşte şair dediğin böyle olmalı!
Mustafa Kemal de bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göster-
miştir. Yoksa bu cevaba kızabilir ve Nazım'a yapmadığını bırak-
mazdı."
"Nazım'ın şiir sanatına getirdiği bu büyük yenilik, özden çok,
biçime önem veren öteki şairleri tedirgin etti. O zamana kadar
ün kazanmış şairlerin kıskançlığını çekti. Gene o zamana kadar
gençliğe dar milliyetçiliği ve Turancılığı aşılayanları kızdırdı.
Gerek edebiyat, gerek ideoloji alanlarında önder sayılan kimseler, hemen Nazım'a karşı saldırıya geçtiler. Nazım'ın bir komünist olduğunu, gençlik ve memleket için zararlı fikirleri aşıladığını iddia ettiler. Onun proleter şairi olmasıyla alay ettiler. Onu bir yandan hükümete jurnal ettiler, bir yandan da halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. O günlerin ünlü lirik şairi Ahmet Haşim, Nazım için şu tekerlemeyi yayıyordu:
- Nazım öyle bir tehlikedir ki, kendisinden kurtulmak için
onu asmak gerek. Fakat o kadar kuvvetli şairdir ki, sonra da
önüne diz çöküp ağlamak gerek.
Yani burjuva şairler Nazım'ın kudretini inkar edemiyor, fakat onu ortadan kaldırmak için asılmasını istemekten de geri kalmıyorlardı."
"Şimdi düşünüyorum da, o vakit pek ileri gittiğimizi anlıyorum. Türk halkının ve gençliğinin sevdiği büyüklerimizi yıkmaya çalışacak yerde kazanmaya çalışsaydık daha iyi olmaz mıydı?
Bu adamların olumlu yanlarını bulup onları bizim tarafımıza
çekmek mümkün değil miydi? Hele Nazım'ın Hamit'i ziyaretinden sonra elimize bir de fırsat geçmişti. Bu fırsattan yararlanamaz mıydık? Eski şöhretleri yıkmaya çalışmakla onlara hayran
olan gençliği kendimizden uzaklaştırmıyor muyduk? Gençlerin
matbaamıza kadar gelerek yaptıkları gösteri bizi uyandırmalıydı ...
Fakat, hayır. Biz gençtik. İdealisttik. Eskileri yıkmadıkça yolumuzun açılamayacağına inanıyorduk. Onun için cesaretli ve insafsızdık. Bizden olmayanları tahtlarından indirmeyi doğal buluyorduk."
"Fakat daha Babıali'deyken onu rahat bırakmayan polis, bu
defa onu gece gündüz izlemeye başlamış ve rahat çalışmasını
önlemişti. Nazım, basit bir vatandaş gibi işine gidip geliyor, polisin kendisini "gizli faaliyet"le suçlamasına fırsat vermemeye
dikkat ediyordu. Ama gene de sudan bahanelerle bir-iki kez tevkif edildi ve sonunda bir rastlantı, polisin ekmeğine yağ sürdü;
"Nazım yakalanıp Askeri Mahkeme'ye verildi. Bu ani darbe Nazım'ı şaşırtır. Kendisine suçu bildirilmemiştir. Meçhuller içindedir. Kimse ile teması da mümkün değildir. Sırf Nazım'ı yakalamak için özel bir Askeri Mahkeme kurulur. Duruşma gemide gizli yapılır. Ordu içinde komünizm propagandası yapmaktan suçlu olarak, savcılık, Nazım'ın ölüm cezasına çarptırılmasını ister. Bu haber nedense Nazım'ın karısına kadar ulaşır. Kadın bir mektupla Nazım'a kederini bildirir. Nazım şu şiirle cevap verir:
Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!,
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;
"Yaşayamam;,,
diyorsun.
Yaşarsın karıcığım
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlılarda
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
ölüm acısı razı olmuyor gönlüm
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!"
"Bir yandan da şiir yazmaya devam ediyordu. Bu şiirler hapishane duvarlarını aşarak dışarı çıkıyor, elden ele dolaşıyordu.Yalnız şiirlerinin dışardaki etki ve tepkisini göremiyor, duyamıyordu. Yeni bir şiir yazdıkça mahpus arkadaşlarını toplar, şiirlerini okurdu. Bir gün Nazım'ın bir şiirini dinleyen bir köylü mahpus:
- Nazım Ağabey, demişti, çok güzel konuşuyorsun, güzel laflar ediyorsun ama, bunu daha kısa söyleyemez misin be kardeşim?
Köylünün bu içten eleştirisi Nazım üzerinde büyük etki yapmış, ondan sonra Nazım şiirlerini kısaltmaya başlamıştır."
"Nazım Hikmet, hapishanede memleketin her sınıf ve her tabakasından insanlarla yakından temas fırsatını bulmuştu. Böylece halkı daha yakından tanımak olanağına kavuşmuştu. Bizde
hapishane, memleketin küçülmüş bir parçasıdır. Rejimin zulüm
ve haksızlıklarına uğramışların en gerçek temsilcileri oradadır.
Halkın burjuva idaresinden neler çektiği en iyi orada öğrenilebilir. Hapishane Nazım için, halkın içinde yaşamasına, onun dert
ve sorunlarını öğrenmesine hizmet eden bir okul olmuştur. Bunun sonucu olarak Nazım hapishanede Memleketimden İnsan
Manzaraları adlı uzun bir eser yazmıştır. Bu eserde her sınıf halk tiplerini keskin hatlarla bulmak mümkündür. Fakat uzun süren hapishane hayatında Nazım'ın yaptığı en büyük iş, orda yazdığı Milli Kurtuluş Savaşı Destanı'dır.
Bu destan 60 bin mısralık büyük bir eserdir. Bir bakıma Homer'in llyada'sını andırır. Türkiye'nin hayatında bir dönüm noktası olan Milli Kurtuluş Savaşı'nın destanını yazmak şerefinin kendisine düşmesinden dolayı Nazım sevinir ve övünürdü.
Bu eseri yazdıkça, bir arama-taramada ele geçirilip yok edilmesine meydan vermemek için, yazdıklarını üç dört kopya olarak çıkarıyor ve üç kopyasını lstanbul'da güvendiği üç ayrı arkadaşına gönderiyordu. Böylece eserin yok edilmesini önlediğini sanarak rahat ediyordu. Fakat talihin şu acı cilvesine bakın ki, Nazım'ın destanını saklamayı üstüne alan üç arkadaştan biri doğrudan doğruya bir polis ajanı çıktı. Nazım onu ta çocukluğundan tanıyordu. Fakat kendisi hapisteyken bu arkadaşının nasıl soysuzlaşıp polise geçtiğini bilmiyordu. Hapisten çıkıp bu arkadaşının elindeki kopyayı polise teslim ettiğini öğrenince şaşırdı, fakat inanmak istemedi. Son zamanlara kadar da inanmadı. İkide bir bizim fikrimizi sorar, bu şüpheden kurtulmaya çalışırdı. Fakat ne yapalım ki gerçek buydu."
"Bu güzel, fakat hazin manzarayı seyrederken Atatürk'ün son 15 yıllık hayatı bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçti. O vakit, vicdanımla bir hesaplaşma yapmak gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu, demokrasi ve hürriyet getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk. Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk. Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk, ama ormanı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk. Şimdi, geçenleri daha aydın görebiliyordum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklikler yapmıştı. Birbiri ardından gerçekleştirdiği devrimler o zaman birçok hoşnutsuzluklar yaratmıştı. Halife ve padişahtan yana olanlar ona cephe almışlardı. İttihatçılar ona karşı suikast tertiplemişlerdi. Şapka ve yazı devrimleri, tekkelerin ortadan kaldırılması, birçok kötü geleneklerin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul' da bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın, Atatürk' e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürri-
yet ve demokrasi gelişebilir miydi?
Tersine, devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi.Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi."
"Bütün koşullar, onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi.
Fakat, asker olmasına rağmen "Benevoknt diktatorship" diye adlandırdıkları biçimde yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye
dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren şey hal.kın kendisine sevgiyle
bağlı olmasıydı. Onun için, bizim istediğimiz kadar değilse de, yine de günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı. Nazım'ın en son ve en uzun
mahkumiyeti de Atatürk'ün hastalık yıllarına rastlar. Zaten büyük adamlar ancak ölümlerinden sonra anlaşılır."
"Atatürk de bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlamıştır. Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak
savaşabiliyorlar. Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.
Özgürlük ve demokrasi savaşına asıl onun ölümünden sonra
hız vereceğiz."
"Halide Edip daha İstanbul'un emperyalistler tarafından işgali
günüden Kurtuluş Savaşı'na başlamış, sonra Ankara'ya giderek
savaşa doğrudan doğruya katılmış, onbaşı olarak cepheye bile
gitmişti. Böyle bir insanın zaferden sonra memleketten kaçmak
zorunda kalması hepimizi şaşkınlığa düşürmüştü. O zamanki
söylentilere göre Halide Edip'in Atatürk'le arası açıktı. Atatürk
zaferden sonra şu veya bu biçimde düşmanlarını tasfiye etmeye
başlayınca Halide Hanım da ürkmüş ve hayatını kurtarmak için
memleketten uzaklaşmayı uygun bulmuştu. Atatürk'le aralarının
açılmasının nedeni de şuydu: Milli Kurtuluş Savaşı sırasında
Hindistan halkı Ankara'ya Halide Edip aracılığıyla yüz bin dolar
göndermişti. Bu paranın Milli Kurtuluş Savaşı için harcanması
şart koşulmuştu. Halide Hanım bu parayı Atatürk'e vermişti. Fakat Atatürk o zaman bu parayı Milli Kurtuluş işlerinde harcamayarak saklamış, zaferden sonra İş Bankası'nın kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı. Halide Hanım paranın yerine harcanmamış olmasından gücenmiş ve kırgınlığını Atatürk' e de duyurmuştu. Halide Hanım'ın bu hareketi Atatürk'ü kızdırmıştı. Araları bu yüzden açılmıştı. Halide Edip, kocası Dr. Adnan Adıvar'la birlikte Paris'e gitti. Atatürk'ün ölümüne kadar on iki yıl orada bir sürgün hayatı yaşadı. Bu defa İnönü' nün af politikasından yararlanarak, gene kocasıyla memlekete döndü. İstanbul' da, Beyazıt semtinde bir eve yerleşti. Evlerine gittiğim zaman ikisini de hayli ihtiyarlamış ve yıpranmış buldum. Paris'te çok sıkıntılı bir hayat geçirmişlerdi. Dr. Adnan Adıvar Sorbon Üniversitesinin Doğu Enstitüsü'nde Türkçe dersler vererek, Halide Hanım da anılarını yazarak hayatlarını kazandılar. Milli Kurtuluş Savaşı boyunca yaptıkları değerli hizmetlerin karşılığını böyle almış olmaları onları manen de hayli yıkmıştı. Şimdi de kendilerine iş arıyorlardı."
"Savaş içinde bütün yollar kapanmıştı. Deniz yollarından yararlanmak çok güçtü. Hava yolları ise kapalıydı. Kara yolu olarak da bizi dışarıya bağlayan yalnız Balkan yolu açıktı. Ama bu yoldan sadece Almanya,ya gidebilirdik. Çünkü bütün Orta Avrupa, Almanların elindeydi. Almanlar bu durumun kendilerine sağladığı olanakları kendi çıkarlarına kullanmaktan geri kalmadılar. Türk ekonomisini ellerine aldılar. Bütün savaş boyunca Türkiye, bütün ihraç mallarını yalnız Almanya'ya satabiliyor, ihtiyaçlarını da ancak Almanya' dan satın alabiliyordu. O vaktin Alman Maliye Bakanı Schaht, Türkiye ile iş yapabilmek için yeni bir ticaret sistemi "icat" etmişti. Türkiye ile Almanya takas usulüyle iş yapıyorlardı. Yani iki taraf birbirleri için bankalarında bir gider-gelir hesabı açmışlardı. Almanya'dan ne kadar mal alırsak, karşılığında o değerde mal veriyorduk. Büyük bir sanayi ülkesiyle geri kalmış bir tarım ülkesi arasındaki böyle bir ticaret ilişkisi, metropol ile sömürge arasındaki ilişkiden başka bir şey değildi. Bu sistem yalnız Türkiye'nin aleyhine işliyordu. Almanya sanayi mallarına istediği fiyatı koyuyor, bizim mallarımızı da en aşağı fiyattan alıyordu. Bizim için bir dünya pazarı yoktu. Böylece bütün savaş boyunca Türkiye, Almanya'nın bir sömürgesi gibi çalıştı,tarafsız kalmanın meyvelerini toplayamadı.
Bir gazeteci olarak bize düşen görev, bu acı gerçeği kamuoyuna anlatmak, hükümeti uyarmaya çalışmaktı. Tan gazetesindeu yolda sürekli yayımlar yaptık.Eğer Almanlar savaşı zaferle sonuçlandırmış olsalardı, Türkiye onun tam bir sömürgesi olacaktı. Halka anlatmaya çalıştığımız gerçek buydu."
"Birkaç günlük toplantıdan sonra, önce partinin "Cumhuriyet
Demokrat Partisi" adını taşıması kararlaştırıldı. Partinin amacını gösteren ilk maddesi de şöyle kaleme alındı: "Cumhuriyet Demokrat Partisi, Türkiye Cumhuriyeti'nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve genel politikanın demokratik bir görüş ve anlayışla yürütülmesine hizmet amacıyla kurulmuştur."
"Birkaç gün sonra Menderes Ankara' da ikinci bir basın toplantısı yaptı. Toplantıdan sonra beni evine akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra çalışma odasına çekildik. Bana komünist olup olmadığımı sordu. Bu sorunun yersiz olduğunu söyledim ve Toprak Kanunu tasarısına karşı çıkışına bakılırsa, kendisine liberal demek gerektiğini ekledim. Oysa biz belirli ilkelerde anlaşmıştık. O ilkeler içinde işbirliği yapacaktık. Onun dışında benim kişisel inancıma karışılamayacağını belirttim. Ses çıkarmadı. Ama aramızdaki anlaşmazlık artık aydınlanmıştı.
Adnan Menderes'in bu sorusu büsbütün nedensiz değildi. O sıralarda gerici ve faşist basın bana saldırılarını artırmıştı. Beni komünist olmakla suçluyorlardı. Adnan Menderes, bu saldırılara ve suçlamalara bakarak benim ağzımı yoklamak istemişti.
Bu sürekli saldırılar, halk arasında da böyle bir etki yaratabilirdi. Zaten sağ eğilimli dostlarım, beni komünist sayarlardı.
Çünkü onlarla tartışmalarımda ben, her vakit sol fikirleri savunurdum. Sağcılar her meselede o kadar dar düşünüyor, o kadar
yanlış yargılara varıyorlardı ki,onlara karşı gerçeği ve sol fikirleri savunmaktan kendimi alamazdım. Fakat sol eğilimli dost ve
tanıdıklar da bana burjuva derlerdi. Çünkü onlar da o kadar sekterce konuşur, öyle gerçekten uzak hayallere saplanırlardı ki ,onların bu dar görüşlerini eleştirmemek mümkün olmuyordu."
"Dedim ki, "Ziya Bey ben sizi ta eskiden tanırım. Kaç yıllardır komünist avı yaparsınız. Kim bilir şimdiye dek kaç kişinin canına kıydınız, evini yıktınız. Komünist avcılığını bir meslek edindiniz. Bunu bir geçim aracı yaptınız. Bari bu süre içinde komünizmin ne olduğunu öğrendiniz mi? Nedir şu bir türlü alıp veremediğiniz
komünizm?"
Ziya Bey şaşırmıştı.Şimdiye dek böyle bir soru kalmamıştı. Karşısında da bu işi çok iyi bildiğini sandığı biri vardı. Kıvrandı kıvrandı, kızardı bozardı, sonunda suçunu itirafedermiş gibi;
"Beyefendi," dedi, "biz bu sorunuza cevap veremeyiz. Doğrusu biz komünizmin ne olduğunu bilmiyoruz. Siz bize anlatın da bari bu vesileyle öğrenelim."
"O halde neden ne olduğunu bilmediğiniz bir şey uğruna insanların canını yakarsınız. Ben size ders verecek değilim.mademki öğrenmek istiyorsunuz, size bir iki kelime ile şunuözetleyivereyim. Bir gün komünizm gelirse bir memlekete, omemlekette sizin gibi, insanların canını yakan polis olmayacak,ordu olmayacak, para olmayacak, daha kötüsü hükümet de olmayacak. Bugün yeryüzünde böyle bir ülke var mı? Komünist sanılan Sovyetler Birliği bile henüz sosyalizm aşamasında. Bugünkü dünya koşulları içinde Türkiye'nin komünist olmasına olanak var mı? O halde ne diye insanları omünist diye rahatsız ediyorsunuz?"
Şaşırdılar. Onlarca komünizm elle tutulacak kadar var olan bir şeydi. Ellerinden silahlarını almıştım. Ne cevap vereceklerini bilemediler."
9 Ekim 2020 Cuma
Boğulmamak İçin - George Orwell
"....bir tür ilaçtı Kutsal Kitap, yutmanız gereken bir şekilde gerekli olduğunu bildiğiniz acayip bir tadı olan bir şeydi."
"Savaş çıkmasaydı ben ne olurdum? Bilmiyorum ama şu an olduğumdan farklı biri olacağım kesin. Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedi ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi. Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."
"Balık tutmayla ilgili en iyi anılarımın asla yakalayamadıklarım hakkında olduğunu söylemiştim."
"Ayağımı gaza iyice bastım. Aşağı Binfield'e gitmenin düşüncesi bile iyi gelmişti. Nasıl bir duyguya kapıldığımı tahmin edersiniz. Boğulmamak için su yüzüne çıkıyordum! ..Bir çöp kutusunun dibinde boğuluyoruz hepimiz; ama ben yüze çıkmanın yolunu bulmuştum. Aşağı Binfield' e dönüyordum."
7 Ekim 2020 Çarşamba
Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı - Sevan Nişanyan
Sevan Nişanyan sevdiğim yazarlardan Türk olmamasına rağmen Türkçe kelimelerle güzel oynuyor ve Türkçe kelimelerin kökenine ve birbirleri ile olan ilgisine ya da ilgisizliğine çok güzel değiniyor. Etimolojiye meraklı olanların çok ilgisini çekecek bir kitap. Kelimelerin kökenleri üzerine çok ilginç bilgiler içeriyor. Kesinlikle sıkıcı değil. Kitapta birbiriyle alakasız gibi görünen iki kelimenin aynı kökten türeyişi anlatılıyor.
Çok alıntı var:
"Alfabeyi bundan 3000 küsür yıl önce Fenikeliler icat etmiş. Öküz anlamına gelen alep a olmuş, ev anlamına gelen bet b, cirit sopası anlamına gelen gmel g, kapı anlamına gelen dalıt d olmuş."
"Eski Yunancada kadın anlamına gelen sözcük gyne veya gynaike. Örneğin "kadın hastalıkları uzmanlığı" anlamına gelen gynecologie sözcüğünün Fransızca telaffuzu jinekoloji."
"Sivri külahlı kahverengi cübbe giyen Fransisken rahiplerine verilen capuccino lakabı İtalyanca capuccio'dan türemiş. Espresso kahvenin üzerine sivri külah şeklinde krema oturtarak yapılan kapuçino sanırım İtalya'da 1945'ten sonra üretilmiş saygısızca bir benzetme."
"Diş-temizler anlamında cure-dent (kürdan) ile rahim içinin kazınarak temizlenmesi anlamında curetage (kürtaj) "cure" fiilinin türevleri."
"Chauffeur ya da "ısıtıcı" eskiden buharlı trenlerde ocağa kömür atan ateşçinin adı iken, benzin motorlu otomobilin icadından sonra bu cehennem aletini kullanan kişilerin lakabı olmuş. Türkçesi şöfer değil şoför.
"Çeyrek... Rahmetli anneannemin "çaryek" diye söylediği bu kelime Farsça çar ve yak sözcüklerinden oluşuyor. Düpedüz "dört bir" veya dörtte bir demek."
"Eskiler seks deyince birleşmeyi değil daha çok ayrışmayı anlarmış. Latince sexus'tan kastedilen şey de pek sex on the beach değil, insanların kadın ve erkek olarak iki cinse ayrılması."
"Eski İbrani peygamberler kıyametten bir süre önce gelip günahkarı günahsızdan ayıracak olan büyük peygamberi "yağla ovulmuş" anlamında İbranice "masiyah" adıyla anmışlar."
"Farsça çâr: dört. (4) Mesela çeyrek. Çâr ve yek sözcüklerinden oluşuyor. "Dörtte bir" demek. Çarşamba (çârşanba), dördüncü gün anlamına geliyor. Çerçeve (çârçûbe), dört çubuk demek. Çarşı (çârsû) ise dört kenar. Ticari amaçla kullanılan büyük dikdörtgen açık alana çârsû deniyor."
"Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor."
"17. yüzyılda "altın ve gümüşün saflığını sınamak" anlamında İngilizce "to test" fiiline rastlıyoruz. Bir süre sonra değerli metaller dışındaki şeyler de test edilir olmuş... "Test tipi sınav" deyimi aslında sınav tipi sınav anlamına geliyor."
"Bir kere sevdanın sevmekle, sevgiyle alakası yok. Arapça "sawda" kara safranın bir adı. Fransızcası melankoli: Ibni Sina ekolünden hekimlerin insanı kara kara düşüncelere sevk ettiğini söyledikleri bir vücut salgısı."