Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Kırdığımız Oyuncaklar - Sunay Akın

 

Anlatılarını severek dinlediğim kitaplarını severek okuduğum Sunay Akın'ın Kırdığımız Oyuncaklar kitabını da okudum. Kitaplığımdaki Sunay Akın kitaplarını bitirmeye niyetli olduğumdan okumalarım biraz üst üste geldi. Oyuncaklar, oyuncakların tarihi, tarihte oyuncaklar çok güzel anlatılmış. Anlatım büyük bir zeka örneği taşıyor. Güzel bağlantılar kurulmuş ama bu defa çok zorlamaymış gibi geldi bana. Yok artık dedirten hikayeler. Neyse inanıp inanmamak bize kalmış. Güzel emek var. OSunay Akın,Kırdığımız Oyuncaklar,İş Bankası Kültür Yayınları,kumak lazım. 

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanda, karşısına dizilen askerlere bağırır bir onbaşı:”Piyano çalanlar buraya.”Askerler arasında piyano çalmayı bilenler öne çıkarlar . Bunun üzerine onbaşı ikinci emri verir:Piyano çalanlar sağa dön, marş, mutfağa patates soymaya!..Nazilerin İkinci  Dünya Savaşı öncesinde meydanlara yığıp ateşe verdikleri kitapların sayfalar arasında, piyanistlerin patates soymaya gönderilişini anlatan da vardır! Rüzgârın uçuşturdu ateşli sayfaları seyredenler de çok değil, birkaç yıl sonra, havadan gelen bombalarla can verecektir.

"Baba, her erkek çocuğunun gözünde oyuncak bir attır. Babası erken ölen bir çocuk da, koşu takımlarını giyinmiş bir jokey gibi kala kalır hayatın ortasında…"

“Bir coşkudur çocukluk, bir umuttur en tazesinden, bir sevgidir saf,dahası bir aşktır en sakınılasından. İster sokakta, ister sıcak, büyük ve güvenli bir aile ortamında geçsin, küçücük mutlulukların cennetidir çocukluk. Kimin de bir çikolataya, kiminde bir oyuncağa, kimindeyse  yalnızca bir kucaklamaya bakar,yüzlerine  yayılan eşsiz  kocaman gülümseyiş. Bir renktir çocukluk. Her çocukluk başka bir renk dünyada…Ve bir oyundur çocukluk.Bir oyun çocukluk…"

"Kitabın okunmadığı bir toplumda oyuncağa saldırılmasının nedeni, hiç şüphesiz ki, kitabın okunmamasıdır! Oyuncağın çocuğun gelişiminde tartışılmaz bir önemi vardır. Oyuncak , kitap okuma alışkanlığına engel olmadığı gibi, çocuğun okuduğu kitapları, kendini bir yönetmen yerine koyarak canlandırmasında rol oynaması bakımından yararlıdır."

"İnsan, kitap okuma alışkanlığını aileden kazanır. Anne ve babasını evde karşılıklı oturmuş kitap okurken görmeyen bir çocuğun, öğretmen, arkadaş ya da akraba gibi üçüncü şahısların etkileri ile okuma alışkanlığını kazanması çok düşük bir olasılıktır. Kitap okuyan anne ve baba yalnızca ev değil, Dünya Barışı’na da katkıda bulunur!"

"Kumbara eski parlak günlerini yitirdi, unutuldu çoktan…Bilgisayar, oyuncaklarını ellerinden aldı çocukların…"

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Gösteri Peygamberi - Chuck Palahniuk

"Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı... Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk... Gösteri Peygamberi, yeni bir bir yılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama...

Tender Branson, Creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. Kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. Kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. Yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor... Branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı "dış dünya"nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. Ne var ki, hayatına karışan gizemli Fertility Hollis'e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. Olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır... Ve "intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır." Chuck Palahnluk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanın gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Dövüş Kulübü'nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği."

Yeraltı edebiyatı sınıfına giren gayet vurucu ve etkileyici bir kitap. Bu tür kitapları sevenler için okunması gerekli olanlardan. Film senaryosu okur gibi okuyorsunuz. Ayrıca araya serpiştirilmiş pratik bilgiler de ilginç.

Alıntılar ise şöyle:

Listedeki üçüncü soru:

“Adem’le Havva yasak elmayı cennet bahçesindeki sonsuz mutluluk çok sıkıcı olmaya başladığı için yemiş olabilirler mi?”

"Kızın biri arayıp “Ölmek insanın canını çok yakar mı?” diye soruyor. Bak tatlım, diyorum, evet yakar ama yaşamaya devam etmek çok daha fazla acıtır."

"Yaşamak için bir sürü iyi sebep var, diyorum ve benden bir liste istememesi için dua ediyorum."

"Bütün bu öğrendiklerimizin bizi daha akıllı yapacağını sanıyorduk. Ama bizi aptallaştırmaktan başka bir işe yaramadı. O kadar çok şey öğrenmiştik ki, düşünecek vaktimiz kalmamıştı."

"Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin."

"Hepimiz aynı televizyon programlarıyla büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafızadan takılmış. Çocukluğumuzla ilgili hiçbir şeyi hatırlamazken, komedi dizilerindeki ailelerin başına gelenlerin hepsini gayet iyi biliyoruz. Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı."

"Kumaşların türünü anlamanın bir yolu da bu işte. Kumaştan birkaç iplik çekip ateşe tutun. Yanmazsa yündür. Yavaş yavaş yanarsa pamukludur. Yanımızdaki rafların alev alışı gibi hemen parlarsa kumaş sentetiktir. Polyesterdir. Suni ipektir. Naylondur."

"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen."

"Ve istediğim halde değiştiremediğim o kadar çok şey var ki. Her şey bitti. Artık her şey bir hikâyeden ibaret.."

"Cennet değildi ama hayatım boyunca cennete en yakın olduğum andı."

"Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlarmış."

Umut - Ayşe Kulin

Ayşe Kulin'in doğumuna kadar ailesinde olup biten aşkları, üzüntüleri, acıları, özlemleri anlatan Cumhuriyetin kuruluşu dönemlerine denk gelen, sıkılmadan okuyacağınız bir roman. Kitabın kapağında Ayşe Kulin'in babası Muhittin'in ve annesi Sitare'nin evliliklerinin birinci yılında Ankara Kızılay meydanında çekilmiş resmi yer alıyor. Bosna’nın elimizden çıkması ile başlayıp Ayşe Kulin’in anne ve babasının tanışıp yıllarca konakta yaşayan geniş ailenin Ankara’da bir apartman dairesine taşınmasına kadar ki süreç işlenmiş... Cumhuriyet’in kurulup 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar ülkemizde olup bitenleri kendi penceresinden anlatıyor Ayşe Kulin. Kitabın etkileyici yanı ise teyzesi Sabahat'la Ermeni Aram arasında yaşanan hüzünlü aşk hikâyesi. 

"Kitabı okurken Ayşe Kulin'i kıskandım. Neden mi? Çünkü çoğumuz dedelerimizin, anneanne ve babaannelerimizin ve onlardan öncekilerin hayatlarını bilebileceğimiz ve bize aktarılan bu denli bilgiler yok. Ben en çok babamın ve annemin anne ve babalarına ait çok kısıtlı bilgiler biliyorum. Ondan öncesine ait bilgiler ne yazık ki bir sonraki soya aktarılmamış. Aktarılmış olsa bile bunu bu şekilde romanlaştırmak büyük yazarlara ait bir özellik. Kişisel tarihimiz açısından bunlar önemli şeyler. Ayrıca uzak geçmişlere ait bu tür bilgilerin genelde Balkan göçmeni ailelerde rastlanıyor olması da bana ilginç geliyor. Milli tarihimizi bilmediğimiz gibi çoğumuz kişisel tarihimizi de pek bilmiyoruz."

Osmanlı'nın gözdesi Bosna bir imza ile elden çıkarken, Kulin ailesi Bosna'dan İstanbul'a göç ediyor, çöken imparatorluğun son maliye nazırı Ahmet Reşat sürgüne gidiyordu. Sabahat ile Aram'ın aşkı ise tehcir olaylarının acısına yenik düşmeyecekti. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir şehir ve yeni bir yuva kurulurken hayat hep akan bir suydu Sitare, Muhittin ve herkes için... Savaşlar, yıkımlar, sürgünlerin ardından Umut geliyor. Umut "Hayat Akan Bir Sudur"'da Kulin, Veda ile başladığı Osmanlı ailelerinin yaşamına, bu kez de Cumhuriyetin yeni kurulmakta olduğu sancılı yıllarda tanıklık ediyor. Akıp gitmekte olan günlük hayat derinden değişmekte, bu değişim aşklara, dostluklara, aile ilişkilerine, her şeye yansımaktadır.

Kitabın başındaki soyağacı da kitabı kolay takip etmemi sağladı.

Alıntılarım:

"Umut, yeniden umut. Her yeni can bir umuttu. Her yeni gün bir umuttu."

''Belki birlikte değiliz, yan yana değiliz ama aynı gökyüzünü görüyoruz...''

"Umudumu kaybedersem hayatı taşıyacak gücüm kalmaz."

"Bu dünyada, senin hayalinden ve hayalim'den başka hiçbir şeyim yok benim."

"Her ikimiz de beklemeye o kadar alışığız ki, herkese en fazla on gün içinde ulaşabilecek bir zarfın, benden sana yollandığında, sana intikali bir ay sürse, ne çıkar! Biz, koca bir ömrü beklemeye adamış insanlarız."

"Hayatımın güzel günlerini senin eksikliğini hissederek ve seni özleyerek yaşayacağımı biliyorum. Buna katlanmayı öğrendim. Acaba büyümek bu mu?"

"Bir gün tekrar boyun eğmemek için  Batı dünyasına,  onların dilini de, adabını da, ilmini de, huyunu suyunu da öğrenmeliydi Osmanlılar."

30 Haziran 2024 Pazar

Foto Sabah Resimleri - Ayşe Kulin

 

Ayşe Kulin'in  romanlarını okumaya alıştıysanız bir ara verin ve Foto Sabah Resimleri adlı içinde kısa kısa öyküler içeren bu kitabını okuyun. Öykülerin kahramanları sizden birileri olacak. Güzel hikayeler var. Okuyun derim ben.

Alıntılar ise şöyle:

"Bir de zaman içinde, derin uçurumlar gibi, kapanması imkansız bir boşluk girmişti aramıza."

"Yaşam buydu artık.Yaşam bal gibi bilinip de bilmezliğe gelinenin peşinde, gerçekle düşün, hayatla ölümün arasına gerilmiş çok ince bir ipte yürümekti. O ipin üstünde yürürken, dengeyi bulmak ve cehenneme yuvarlanmamak için, içkiye, hayal gücüne ve kırık bir umuda sığınmaktı."

"İnce bir hünerdir hüzünle yaşamak."



"İçimin yangını sönmüş ama küllenmemişti."



"Nasıl oldu da yanaklarımdan akıverdi gözyaşları? Oysa ben onları hep içime akıtırım. Hiç kimse görmez, bilmez gözyaşlarımı."






Martin Eden - Jack London

Jack London'ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, maddi imkânsızlıklar içinde iyi bir eğitim almak ve ismini edebiyat dünyasına duyurmak için yılmadan ve durmak bilmeden çalışan genç bir denizciyi konu alır. Yüksek sosyeteye mensup sevgilisinin gözünde saygın bir yer edinmek umuduyla yazarlığa soyunan Martin, yazdığı öyküler birkaç dergi tarafından peş peşe reddedilince ve çaylak bir gazeteci yüzünden sosyalist olmakla suçlanınca uğruna verdiği iki yıllık savaş gözüne çoktan kaybedilmiş görünür. Ne var ki başarı ve şöhret nihaidir, fakat her şey sona erdiğinde Martin çok önemli bir şeyi; bir zamanlar sofralarına oturmak için can attığı ve son derece kültürlü olduklarını düşündüğü o yüksek kesimin aslında ne kadar da sığ ve sahte olduğunu keşfedecektir.

Daha önce Jack London'un Adem'den Önce adlı romanını okumuştum. Bu romanını da elimde biraz fazla sünse de zevkle okudum. Martin Eden'in azimli yükselişi ve sınıflar arası mücadele. Sırada Beyaz Diş ve Dehşet Ülkesi var.

Bu kitaptan ne öğrendik? 

HENİD: Avusturyalı düşünür olan Otto Weninger'in ortaya attığı bir deyiş olan henid, aslen tam olarak oluşmamış düşünce anlamına gelir. Bir yerden duyduğumuz ya da bir kitapta okuduğumuz herhangi bir terim ya da kavramın üzerinde düşünmeden, onu iyice irdelemeden üstünkörü bir fikir sahibi oluruz, dolayısıyla bu terim ya da kavrama dair düşüncemiz tam olarak şekillenmez.

Kitaptan örnek: "..Bu insanların böyle saçmalıklara inanmalarının  sebebi de cehalettir; Weininger'in tanımladığı üzere henidsel zihin sürecinden farksız olmayan cehaletleri. Bunlar düşündüklerini zannederler ve bu düşünemeyen mahluklar gerçekten düşünebilen birkaç kişinin hayatıyla ilgili yargıda bulunurlar." 

Alıntılarım şöyle:

 "Seni okuyan insanlarla tanıştıracağım. Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer. "

'' Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler. ''

"Kitaplarla, resimlerle, güzel şeylerle dolu olan, insanların alçak sesle konuştukları, kendilerinin ve düşüncelerinin temiz olduğu bir havayı solumak istiyorum.."

"Okuduklarında hayatın büyüklüğünü ve coşkusunu hissetmişti, ama konuşması yetersizdi. Hissettiklerini ifade edemiyordu; kendisini karanlık bir gecede, yabancı bir gemide, alışık olmadığı alet edevatı el yordamıyla arayan bir gemiciye benzetti."

"Ne söylediğinizi biraz da nasıl söylediğiniz belirler."

"Bilmediğin bir oyunu oynuyorsan, ilk hamleyi rakibinin yapmasına izin vermelisin."

"Senin dünyanda aşka yer olmadığı belli, ama benim dünyamda güzellik, aşkın hizmetkârıdır."

27 Haziran 2024 Perşembe

Kaplanın Sırtında - Zülfü Lİvaneli

Sansürcü, baskıcı Sultan Abdülhamid'i bir başka gözle anlatan bir roman olmuş.  Selanik'e sürülen Sultan ve ailesinin doktorunun gözünden Sultan Abdülhamid'in hatıralarını Zülfü Livaneli çok güzel kurgulamış ve ona başka bir gözle bakmamızı sağlamış. Okuması kolay anlatımı sade, ben sevdim. 

“Kaplanın Sırtında Livaneli’nin edebiyat hayatında ilginç bir çıkış. Sultan II. Abdülhamid devrine aynanın öbür tarafından bir bakış… Sürgün Padişah’ın perspektifinden sürükleyici bir anlatım… Dikkat çekici bir üslup…” İlber Ortaylı

"Otuz üç yıl süren bir saltanat, ardından bir gece yarısı gelen Selanik sürgünü… Tahttan indirilişinin üzerinden bir asırdan uzun bir zaman geçmiş olan II. Abdülhamid’in yaşamının en ilginç evresi Livaneli’nin çağdaş anlatısıyla gün yüzüne çıkıyor. Devrik padişahın, ihtilalci fikirlerin filizlendiği Selanik şehrindeki günleri hem bir vicdan muhasebesi hem de yoğun bir psikolojik gelgit dalgası. Türk edebiyatının kuşak bağı Zülfü Livaneli, II. Abdülhamid’in tahtını kaybettikten sonra yaşadıklarına odaklanırken, bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı sorguluyor. Selanik sürgünü boyunca Sultan’ın ve maiyetinin hususi doktoru olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıratından hareketle vücut bulan bu tarihi romanda, iktidar kavramına çarpıcı bir bakış açısı sunuluyor." Arka Kapaktan.

Alıntılarım ise şöyle:

"Zaten devleti padişah yönetmez, devlet adamları yönetir. Onlar iyiyse sana iyi derler, kötüyse kötü."

"İnsanoğlu çiğ süt emmiştir ifadesini hatırladı. Kaynar süt içse ne değişecekti ki, insan insandı işte."

"Haklısınız ama bizim memlekette şeriatı aşmak kolay değildir. Şeyhülislamlar, hocalar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler öylesine güçlüdür ki padişah nefes alıp da istediği şeyleri yapamaz."

“Sevdiğinden ayrı düşmüş aşık sanma ki rahat olur.Neler çeker bu gönül; söylesem şikayet olur.”

"Doğar doğmaz kaplanın sırtına koymuşlar beni."

"Doktor Bey, ben okumadan yaşayamam."

"Adamlar bize öğretilmiş olan düzgün İslam'a uygun davranıyorlar, bizse bozulduk. İslam'ı tekrar, en baştan başlayarak onlardan öğrenmemiz lazım."

"Kazı izni isteyen yabancılara, altın, mücevher çıkarsa benim ama taşları götürün dediği için Avrupa ülkelerine vagon vagon tarihi eser gitmişti."

"Hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor ama zemin altımızdan kaymakta."

"Ah şu bizim miskin ve mistik, üzerinde asırların yorgunluğunu taşıyan, dünyadan habersiz keyif düşkünü Şark dünyamız."

"Bu devirde hiçbir taç sahibinin başı, omuzlarının üstünde sağlam durmuyor."

21 Haziran 2024 Cuma

On Üçüncü Kabile - Arthur Koestler

 

Romancı, siyasi eylemci, filozof Arthur Koestler´in yapıtlarının çoğu, temel ve yaygın düşüncelerle bağdaşmaz. Yazar, sıradan sorulara farklı yanıtlar vermekle de yetinmez... Başkalarının sormayı akıl bile edemediği önemli soruları yanıtlar ya da yanıtlamaya çalışır. Bu, onun gerçek yaratıcı doğasının bir göstergesidir. Koestler´in ana kaynaklarına inerek ortaya koyduğu bu incelemenin sonucunda şu soru ortaya çıkıyor: Doğu Avrupa Yahudileri´nin kökeni Hazar Türkleri´ne mi dayanıyor? Koestler´in incelemesi bu soruya olumlu yanıt veriyor. "Eğer gerçek buysa, Doğu Avrupalı Yahudiler, bir Türk soyundan geliyorsa, Naziler´in Yahudi düşmanlığının dayandığı temeller bütünüyle saçmadır." diyor Koestler. Ve ekliyor: "Hitler de Yahudi soyunu yok edeyim derken, Kafkasya'dan gelen gelen bir halkı kıyıma uğratmıştır." Yayınlandığı 1976 yılında eski ırksal ve etnik dogmaları yerle bir ettiği için büyük bir heyecanla karşılanan bir kitap olmuş Onüçüncü Kabile.

"Dunlop'a göre eğer Hazarlar olmasaydı 'Avrupa uygarlığının doğudaki temsilcisi Bizans, Arapların eline geçecek ve tarihin akışı değişecekti.' "

"Hazarlar'ın dünya tarihine en büyük katkısı, Araplar'ın kuzey yönündeki saldırılarına karşı Kafkaslar'ı geçilmez bir engel haline getirmeleridir."

"Hazarlar egemen bir devlet olmadan önce, bir süre, kısa ömürlü bir başka devletin, Batı Türk İmparatorluğu ya da Turkut İmparatorluğu diye anılan devletin egemenliğinde yaşamak zorunda kalmışlardır... Bu ilk Türk Devletinin (böyle demek de doğru mudur bilmem) ömrü, aşağı yukarı yüz yıl kadar sürdü. (M.S. 550-650) Sonra hemen hiç iz bırakmadan parçalandı. Ama yine de, Türk adının ilk defa belirli bir ulus için kullanılması, 'Türkik' dil grubunu kapsayan genel bir deyim olmaktan çıkması bu devlet sayesinde oldu."

"Fazla şey bilirsen seni asarlar, çok alçakgönüllüysen üstüne basarlar."

"Hazarlar Türk kökenli bir ulustu. Ülkeleri, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında, önemli geçit niteliğinde, stratejik, kilit önemi haiz bir noktada bulunmaktaydı."

"...Türk deyimi, ortaçağ yazarlarının ve bazı çağdaş yazarların kullandığı anlamda, bir ırktan çok, bir dil grubunu anlatan bir deyimdir."

"Polonya'ya çok sayıda Hazar'ın göçtüğü kesinlikle bilinmekte ve artık tartışma konusu olmamaktadır. Tartışılan nokta, bu göçmenlerin yeni toplumun çoğunluğunu mu, yoksa küçük bir oranını mı oluşturduğudur. Bu soruya bir karşılık bulabilmek için, batıdan gelen "Gerçek Yahudiler"in ne sayıda ve nasıl göç ettiği konusuna eğilmek gerekmektedir."

"Kadınları, ne kendi erkeklerinin ne de yabancıların yanında peçe kullanıyor; vücutlarını da örtmüyorlar. Bir gün bir Oğuz'un evinde oturuyorduk. Karısı da yanımdaydı. Biz konuşurken kadın bir ara vücudunun görünmemesi gereken bir tarafını açıp kaşıdı... Hepimiz gördük. Hemen ellerimizle gözlerimizi kapatıp, "Allahım, sen bize günah yazma." diye yakardık. Kocası güldü, çevirmenimize şunları söyledi: "Sizin, önünüzde açılmamızın nedeni, gördüğünüz halde kendinizi tutmayı öğrenesiniz diyedir. Çünkü ulaşamazsınız. Böyle olması, gizli olup da elde edilebilir olmasından daha iyidir." Zina bu insanlara çok yabancı. Ama birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkârı iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra deviriyorlar ağaçları. O zaman, adam ikiye bölünüyor."

"İbn Fadlan, Volga Bulgarları arasında da pek garip adetlerle karşılaşıyor: Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastlayınca, 'Bu adam Tanrıya hizmet etmeye daha layık' deyip onu yakalıyorlar, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar..."

"Madem ki kurban gerekli, bari başımıza dert açabilecek olanlardan kurtulalım."

"Kaderimizi her şeye kadir büyük Allah'a emanet ettik." Sık sık karşılaştıkları kar fırtınalarından birinde İbn Fadlan, bir Türk'le yan yana yolculuk ederken, Türk ona yakınmış: 'Başbuğ bizden ne istiyor? Öldürecek bizi soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk' demiş. İbn Fadlan buna cevap olarak, 'Bütün istediği, 'Allah'tan başka tanrı yoktur!' demeniz' diye karşılık verince, Türk gülmüş: 'Doğru olduğunu bilsek, söylerdik' demiş."

"Onları tanrıya bağlayan bir dinleri yok. Mantıklarını da kullanmıyorlar. Hiçbir şeye tapmıyorlar. Başlarındakilere 'Bey' diyorlar. İçlerinden biri Bey'e danışmak istediği zaman ona gidip, 'Bey, falanca işte ne yapayım?' diye soruyor. Ne yapacağına, aralarında yaptıkları toplantıda hep birlikte karar veriyorlar. Ama kararı verip uygulamaya geçecekleri zaman, içlerinden en basit, en aşağılık olanları bile ortaya çıkıp, karara karşı gelebiliyor."

1 Haziran 2024 Cumartesi

Mustafa Kemal'le 1000 Gün - Nezihe Araz


Bu kitap Mustafa Kemal'in evlilik yıllarını ve Latife Hanımın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki yerini anlatmak için yazılmıştır. Genel olarak 1922-1925 yılları arasında geçen olayları kapsamaktadır. 
Kitap sadece evlilik ve onunla ilgili konuları anlatıyormuş gibi gözükse de aslında bu 3 yıllık dönemin tarihi gerçeklerine de değinmekte ve bu evliliğin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne ne gibi etkileri olduğunu da göstermektedir.

"Mustafa'mın karısı olmak kolaydır uğlum. Ama Mustafa Kemal'in karısı olmak zor iştir. Bilirim, anası olmaktan dolayı."

"Nikah kıyıldı, şerbetler içildi, tebrikler yapıldı. Bir ara Mustafa Kemal Paşa, elini omuzuma koydu ve bana "Asım, dedi, inşallah zaman olur, çağdaş biçimde bu nikah törenini valiler bağlar, onlar kıyar." Ben onun medeni nikah işine daha o günler karar vermiş olduğunu anladım."

"-Benim gibi bir insanın evlenmesi meğer ne zormuş... İnsanın kendi evinde kendisini misafir gibi hissetmesi..."

"Bak çocuk! De sen şimdi bana: Bu kız Mustafa'yı mı sever? Mustafa Kemal'i mi sever? Mustafa Kemal Paşa'yı mı?"

"-Estağfurullah, dedi. Ben hanımlara el öptürmem hanımefendi, bunu unutmayın."

"Genç, deneyimsiz Latife'ye, büyükannesi anlatmaya çalışıyor:

-Bir erkekle bir kadın arasında birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler,her zaman bazı sorunlar vardır. Bu erkek Mustafa Kemal Paşa, bu kadın Latife Uşakizade olduğu zaman iş büsbütün değişir. İkinizin arasında kocaman memleket var. Mukaddes bir millet var. Bunu hiç unutmamalısın. Koca bir vatan! Ve sen, vatana kurtarana aşık oldun kızım. Bunun elbette bir bedeli,bir vebali vardır. Bu çok önemli bir cüret. Çok şey istiyorsun bilesin. Belki de Paşa bunu anladığı için düşünüyor. Kendini senden uzak tutuyor,tutmaya zorluyor kendini."

"Latife! Sen bir erkekle değil,bir milletle evlisin. Bunu unutma."

"Meğer diye dertlendi , meğer bir kadını idare etmek bir büyük savaşı idare etmekten de zormuş . Ben savaşları idare ettim işte bakın, ister okumuş yazmış olsun, ister kendi halinde bir kadın ... Durum değişmiyor demek ki . Ben bir kadını idare edemiyorum. Galiba hayatımın en büyük hatasını evlenmekle yapmışım ben."

"Mustafa Kemal birden doğruluyor ve genç kızı heyecandan öldürecek bir tatlılıkla:

-Latif! diyor. Bak beri. Bunu bir yere not et. Bize lazım olacak.

Latife bu "Latif" hitabından öylesine mutlu olmuştur ki.. Heyecanlanınca her zaman yaptığı gibi,alt dudağını ısırıyor, Paşaya bakakalıyor,gözleri pırıl pırıl..

-Latif,diyor içtenlikle ve anlamını sorar gibi.

-Neden şaşırdın? Sen gerçekten Latife değil, Latif'sin!"

Ucu Güllü Kundura - Muzaffer Buyrukçu

İstanbul’da yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükselip fabrikalar kuruluyorken kentin her yanında düne savaş açan bir hareketliliğin yaşandığı Menderes dönemi… Şehre her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu. Her şeyin hızla değiştiği 50’ler ortasında İstanbul’da bir kenar mahalle. Bu kenar mahallenin birbirinden renkli sakinleri ve elbette Muzaffer Buyrukçu’nun ışıldayan kalemi. Ucu Güllü Kundura’da Buyrukçu, Kavga ve Dar Sokaklardaki Duman’dan tanıdığımız Balkan göçmeni ailenin ve çevresindekilerin hikâyesini anlatmaya devam ediyor. 

 Ucu Güllü Kundura romanında, İstanbul’un modern bir şehir olma
sürecindeki değişimi, insanlar tarafından her ne kadar güzel ve çağdaş olarak görülse de şehrin kökleşmiş ana yapısını ve geleneğini bozan bir durum olduğundan eleştirilmektedir. Yaşanan sorun
ekonomik koşullar sebebiyle taşradan göç eden insanların, şehirliler tarafından ötekileştirilmesine ve yabancı olarak görülmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda, taşralıların “İstanbul’u halklaştırmaları”
kentliler tarafından eleştirilmektedir.

Ucu Güllü Kundura romanında yoksulluk teması, Naci ve ailesinin yaşayış tarzları ve toplumda yaşadıkları sıkıntılar üzerinden ele alınır. Naci, komşusu Ramiz Bey’in İstanbul beyefendisi kişiliğini ve hareketlerini çok beğenir, onu kendisine hem fiziksel görünümü hem de düşünceleri açısından örnek almaktadır. Naci, Ramiz Bey arasında geçen konuşmalarda toplumdaki yoksulluk sorunu ele alınır.
Toplumda zenginlerin söz sahibi olduğu ve yoksulların ise bir kukla gibi yaşam mücadelesi verdiği belirtilmektedir. İnsanların yoksulluk içinde zenginlerin kölesi olduğu ve toplumdaki bu eşitsiz
düzene karşı eleştirileri ifade edilmektedir

“...Yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükseliyor, fabrikalar kuruluyor, kentin her yanında düne savaş açan bir etkinlik göze çarpıyordu. Dükkânlar, bankalar, eczaneler, mağazalar, lokantalar birbirini izliyordu. İstanbul’a her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın
ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu”

 " 'Seni seviyorum, deli gibi seviyorum, şeytan gibi seviyorum, ölümün hayatı sevdiği gibi seviyorum' dedi."

"Ne zaman hesap sordu ki şimdi sorsun dedi Naci. 'Bizim halkımız koyun gibidir. En korkunç zulümlerin altında inlerken bile hesap sormamıştır.' "

"Bitecek elbet. Halk Partisinin varlığını milletin beyninden, ruhundan kazımak, unutturmak, kendilerini kabul ettirmek istiyorlar. Ayakta durmak, onlardan daha önemli, daha becerikli olduklarını ispat amacıyla canla başla çalışmak zorundalar. Ve tabii eş dostlarını, arkadaşlarını, adamlarını zenginleştiriyorlar. Yeni bir tabaka yaratmak peşindeler."

"Şimdi bunlar kendilerini her zaman, her seçimde iktidara getirecek bir kitle yetiştirecekler. Yetiştirirken de karınlarını doyuran, eksiklerini gideren bir şeyler verecekler."

"Millet surların dışındaki Hazine topraklarına akın ediyor, yapıyor gecekondusunu, keyfine bakıyor. Yani halk halinden memnun."

"Bütün bu kavgalar, kıyametler, harpler hep o hayat denen keçiboynuzundaki bir dirhem balı emmek içindir."

25 Mayıs 2024 Cumartesi

Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar


Kitab-ül Hiyel, Arapça hîle (hüner, tedbir, çare, yöntem) kelimesinin çoğulu olan hiyel, ilimler tarihinde genellikle makine bilgisi ya da makine teknolojisi anlamında kullanılmıştır. 

Kitaba roman denilir mi bilemiyorum. Tarihi bir anlatım. Çok güzel tasvirler var. Çok güzel çizimler ve bir makine mühendisi gibi en ince ayrıntısına kadar anlatılan makineler ve bunlara ait çizimler. Ustalık, uzmanlık gerektiren bir anlatım. Gerçi ben sıkıldım ama sonuna kadar da okudum. Teknik detaylar biraz sıktı. Ama anlatılanların arasından mizahı ve güzel anlatımı seçip çıkardığınızda kitaptan zevk alıyorsunuz. Ama öncelikle dilinin ağır ve anlaşılması zor olduğunu söylemeliyim. Ayrıca kitap kurmaca olduğundan tarihte böyle kişilikler yaşamış mı diye de araştırma zahmetine de girmeyin.

Kitabın konusu ise, Osmanlı Döneminde yaşamış üç mucidin maceralarını, icatlarının detaylı çizimlerini, başlarına gelen olayları okuduğunuz trajikomik olayların anlatıldığı bir roman. Yafes Çelebi, Calud ve Lalezar Necef Bey’den Angilidis Efendi’ye, Samur ve Yağmur Çelebiler’den Uzun İhsan Efendi’ye bir sürü mucit, hiyelkar.
"Dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi?"

"Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder."

"Aptal görünmenin bir yolunu bulmalıydı. Ne yazık ki bunu başarabilecek kadar zeki değildi."

"Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar."

Bir Perişanlık Hali - Mehmet Anıl


Bir erkek, sevgilisinin dört yaşındaki kızına cinsel taciz suçlamasıyla kendini bir anda cezaevinde bulursa ne olur? Üstelik bu erkek kendi halinde saf bir Anadolu delikanlısıyken, sevgilisi kentli ve alımlı bir kadınsa? Suçlu mu, suçsuz mu? Adi bir pedofili olayı mı, talihsiz bir yanlış anlama mı?
Mehmet Anıl, tam da bu noktada başlatıyor romanını:
Biz, Harun'u cezaevine düşmesiyle tanımaya başladık. Bu bir perişanlık halidir.
Yargılanma sürecine Harun'un akıl tutulması eşlik eder; başlangıçta sınırda kişilik bozukluğu olarak teşhis edilen rahatsızlığı, geri dönüşü olanaksız boyutlara uzanır. Harun, son umut olarak sığındığı dinde kurtuluşu bulabilecek midir?
Bir Perişanlık Hali, bir taraftan Harun'un dramının öykülendiği, diğer taraftansa yargılama sürecinin sorgulandığı çift katmanlı bir anlatı düzlemi üzerinde kurgulanmış, son satıra kadar okurun merak duygusunu ayakta tutan ve bunların ötesinde; sevgi(sizlik), delilik, adalet kavramlarını sorgulatırken aynı zamanda eğlendiren bir roman.

"Hatalar, doğruya tırmanan merdivenin kaygan basamaklarıdır."

"İnsanın içindeki umut, sahibini çaresizce kurtarmaya çalışmaktadır. Zaman geçer, umut yenilir, yerini hakikat alır."

"Önemli bir şey ölmek. Felsefik ifadelerle dillendirilmese de özel muameleyi hak ettiğini hissediyordu ölümün. Doğumdan farklı olarak bütün ölümler aynı derecede önemliydi."

19 Mayıs 2024 Pazar

Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Bütün romanları gibi Suskunlar da bir başyapıt. Hayran olduğum yazarlardan İhsan Oktay Anar. Romanın geçtiği dönemi birebir nasıl bu kadar yansıtabilir bir insan. O döneme ilişkin dile nasıl bu kadar hakim olabilir. Hayranlıkla okuyorum kitaplarını. Suskunlar için mistik bir roman diyebiliriz. Tarihin dinin mistisizmin içiçe geçtiği bir olaylar halkası.

Çeşitli öykülerin bir arada, birbirini destekleyecek şekilde verildiği roman geniş bir şahıs kadrosuna sahiptir. Roman Yegâh, Dügâh ve Segâh adlı üç bölümden oluşmaktadır. Roman, ihtiyar bir bekçinin Yenikapı Mevlevihanesi etrafında mavi ışık saçan bir hayalet görmesiyle başlar. Bu hayalet Âsım adlı bir adamın hayaletidir. Romanda olaylar kronolojik bir sırayla gelişmez. Yazar geriye dönüş tekniği ile bize Kalın Musa’nın torunlarından Davut ile Eflatun’dan bahseder. Olayların karışık bir şekilde ilerlediği romanda sözü edilen Asım kendisine on ki parmaklı, büyük elleri olan Venedikli cüce bir köle alır. Bu köle büyük ve on iki parmaklı elleri sayesinde musikide çok başarılıdır. Kölelikten kurtulmak isteyen cüce beselerini sahibi Asım’a vermektedir, böylece Asım çok meşhur olmuştur. Asım annesinden başka kimsesi olmayan Neva adlı çok güzel bir kıza âşıktır. Ve olaylar sürer gider. Alıntı: (https://daragacisanat.com/2022/07/04/tarih-icinde-bir-roman-suskunlar/)

"Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu."

"Kin şeytanın kahkahasıdır."

"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."

"Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir mâsum, gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu."

"Gözün vazifesi sadece “görmek” değil, Hakikat’i görmektir. Hakikat’i gören bir göz, artık başka bir şey göremez. Çünkü o artık, başka bir vazifeyle mükellef değildir ve başka bir gayesi de yoktur."

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Mavi Karanlık - Vedat Türkali

Türkiye'nin yetmişli seksenli yıllarının karışık siyasi ortamını en güzel özetleyen kitaplar Vedat Türkali'nin kaleminden çıkıyor.  Mavi Karanlık da onlardan biri. 

Zaman: 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinin minyatür, kaotik "iç savaş" yılları. Olayların eksenini, doktora öğrencisi Nergis'in ölümle tehdit edilen sevgilisi, fizik asistanı Korhan'ı ölümden kurtarmak için Bodrum'a getirilişi, orada eski sevgilisi Özgür'le karşılaşması oluşturuyor.

Bu kitapta da yazar, bizi  bir Türkiye gerçeği olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesindeki günlere götürüyor.  Bu kez Muğla'nın Bodrum-Gökova taraflarındayız. Darbe öncesi şiddetlenen olaylar ve tehditler ana karakterlerimizi bir nevi baba evi olan Ege kıyılarına atmasına sebep oluyor. Tabi gelinen yer Bodrum. Burası o dönem belki de birçok sözde aydın için kaçış yeri olmuş bir yer. Burada, ana karakterlerimiz birçok  meslekten insan kalabalığıyla beraber Türkiye’deki siyasi gelişmeler izleniyor. Aydın ile halk arasındaki çatışma, çelişki ve boşluklar kitabın ana çatışma noktası. Hatta, belki de kitabın ana fikrine giden çekirdek düşünceyi oluşturuyor diyebiliriz. 

Vedat Türkali kitaplarını seviyorum. Yanlı ya da yansız anlatımı nasıl olursa olsun okuması beni mutlu ediyor.

Alıntılar ise şöyle:

"Düşündüğünü söylemekten korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar."

"Kim büyük sanatçı olabilmişti başkaldırmadan?"

"Bu pis dünyaya nasıl dayanılır, güzel düşler de olmasa?"

''Kaplumbağa olacağım gene. Kabuğuma çekilip burnumun ucuyla gözetleyeceğim çevreyi. Buraya gelirken öyle dememiş miydim; niye döndüm? Dönmedim. İşte, söylüyorum gene. Yetti be. Bu pis, bu rezil, bu kanlı dünyada sevginin de yeri yok, sevecenliğin de. Hepsi bela kişinin başına. Seveceksen kendini sev!''

"Bir süre tek başıma kalıp içimdeki dağınıklığı gidermem gerek; onarılmaz biçimde yıkılıp dökülürse toparlayamam bir daha…"

"Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir."

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu/Ayışığında "Çalışkur" - Haldun Taner

 

Büyük öykücü Haldun Taner'in iki kitabının birleşiminden oluşan bu kitapta on üç öykü bulunuyor. Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Kantar Katibi Ali Rıza Efendi, Konçinalar, Ablam, Atatürk Galatasaray'da, Fraulein Houbold'un Kedisi, Eczanenin Akşam Müşterişleri, Fasarya, Memeli Hayvanlar, Ayışığında Çalışkur, Hikayenin Tepkileri, Sonuç ve Sonucun Tepkileri bu öyküler.

Hepsi güzel hikayeler. Ben en çok da Fasarya adlı öyküyü beğendim. Dipnotlarda eski kelimelerin anlamlarının verilmesi güzel olmuş. 

Kantar Katibi Ali Rıza Efendi adlı öyküdeki aşağıdaki alıntı ilginçti:

"Tahsildara döndü, 'Sen bilirsin bir iki, ben bilirim on iki...Efendi, ben Muğla kazalarında, mükellefin altın dişini çatır çatır söktüklerini gördüm. Bu mu maliyecilik? Bu mu idare-i hükümet?"

"Süheyl'le Serap sanki Şişhane'de değillerdi. Sanki yağmur yağmıyordu. Sanki iç adım ötelerinde kümelenmiş insanlar yoktu."

"Mutfakta kahve pişiren karımın mırıldanan sesi. Ve içimde ve havada ve eşyada, alabildiğine bir yaşama hevesi."

"Halbuki ben, kalemini çirkefe değil, insan sevgisine batırıp yazanların yazdıkları yazıları severim."

5 Mayıs 2024 Pazar

Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini - Louis de Bernieres

Kitap, 2. dünya savaşında İtalyan ordusunun Kafelonya adasına yerleştirilmesinden sonra, Yüzbaşı Corelli'nin bir doktorun kızı olan Palegia ile olan aşkını anlatır. Savaş süresince çekilen zulüm ve sefalet yüzünden herkes bitap düşmüştür. Böyle bir ortamda insanlar duyguları ve mantıkları arasında seçim yapmak zorundadır.

Kitabı çok beğendim. Akıcı bir anlatımı ar. Bitirdikten sonra filmini de seyrettim. Aynı tadı alamadım.

"Eskiden barbarlar vardı. Şimdi kendimizden başka suçlayacak kimse yok."

"...Hipokrat şöyle demişti: "Aşırı dertlere aşırı devalar uygulamak uygundur."..."

"...Aşktan esinlenen en korkak adam kahraman kesilir, yiğitlerden yiğit olur böyle zamanda. Homeros'un dediği gibi nasıl Tanrı kahramanların ruhuna cesaret üflerse, Aşk da âşıkları öyle yüreklendirir. Sevgili uğruna ölmeyi göze aldıran Aşktır, yalnız Aşk!..."

"Savaş, harika bir şeydir. Filmlerde ve kitaplarda."


3 Mayıs 2024 Cuma

Zar Adam - Luke Rhinehart

Sıkılmış psikiyatrist Luke Rhinehart Manhattan'da eşi ve iki çocuğuyla yaşamaktadır. Hem Batı hem de Doğu felsefelerinin hayatın anlamı alternatiflerinden tatminsizlik yaşar ve basit zar atışlarıyla kendi dinini oluşturarak hayatını sonsuza kadar değiştirir. Rhinehart ve hastaları kısa zaman içinde ebedi kurtuluşlarının tek yolunun her şeyi zarların kararına bırakmak olduğuna inanmaya başlarlar. Luke, seks, madde bağımlılığı ve terapi hakkındaki zar atışlarıyla yeni dinini muhafazakar davranış ve ahlak çöküntüsünün esprili bir birleşimine dönüştürür. O bu düşünceyle kendi yaşantısını ve dünyayı değiştirmeyi amaçlamaktadır. Zarlar hayatınızı belirlemeye başladığında artık her şey mümkün olmaktadır.

Zar atarak hayatı yaşamak ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmek. İyiyi de kötüyü de zarlardan bilmek. Sevdim ben bu oyunu. Güzel bir kitap. Okuyun derim.

İki cümlenin altını çizmişim.

"Hayat can sıkıntıları okyanusunda vecde gelme adalarıdır ve otuz yaşından sonra kara nadiren görünür."

"Kendinizi anlayın, kendinizi kabul edin ama kendiniz olmayın."

1 Mayıs 2024 Çarşamba

Bit Palas - Elif Şafak

Elif Şafak romanlarını seviyorum. Çoğunu da okudum. İlk romanlarından Bit Palas'a yeni sıra gelmişti. Güzel bir kitap. Sıkılmıyor insan okurken. Her bir bölümde apartmandanın ayrı bir dairesinden değişik karakterler.

"1960'larda, mezarlıkların üzerinde yükselen bir semtte, kentten intikam almak üzere özene bezene inşa edilen, ama giderek etrafındaki çöp kokusu nedeniyle yaşanmaz hale gelen Bonbon Palas'ın hikâyesi anlatılıyor bu romanda.

Her katı birbirinden farklı bir hava taşıyan Art Nouveau tarzdaki apartmanda yaşayanlar da çok farklı birbirinden: Zıt kuaför ikizler Cemal ve Celal; aşırı titiz Hijyen Tijen ve kızı Su; iki arada bir derede kalmış Mavi Metres; evhamlı ve sinameki Ateşmizaçoğulları; gizemli Madam Teyze; torunlarını masallarla "zehirleyen" Hacı Hacı; Metin Çetin ve uğruna bilim kadınlığını bırakıp peşinden gelmiş Karısı Nadya; yaşamın kıyısında yürüyen Sidar ve köpeği... Onları birleştiren ise hep dışlarında aradıkları, üstlerine kondurmadıkları çöp kokusu ile apartmanda giderek artan hamam böcekleri."

Alıntım var:
"Profesör Kandinsky' ye göre, aşkın ölümsüz olabilmesi için hafızanın ölümlü olması şarttı."
"...Ne zaman birini bundan böyle sevmemeye karar versek kendi kendimize, ondan bizde kalan eşyalarla hesaplaşırız öncelikle."
"İnsanı kirleten ağzına giren değildir. Ağzından çıkandır insanı kirleten."
"Zaten böyle bir şeydi mazi. Kilimin üzerine dökülüvermiş kırıntılara benzemezdi. İnsan, canı istediği zaman pencereyi açıp, mazisini çırpamazdı."
"İki türlü yaşanır hayat eğer bir şeye benzeyecekse. Ya kendini yok edeceksin hayatın içinde, ya da hayatı yok edeceksin kendinde."

20 Nisan 2024 Cumartesi

Oniki - Jasper Kent

Rusya, 1812.
Bu savaş Napolyon'un işgalci ordusuna karşı son bir direniş olarak başlamıştı, ancak insanoğlunun kendi düşmanına karşı savaşı olarak bitecekti.
Napoléon, Rusya seferinde dayanılmaz kış koşullarına mı yenildi, yoksa işin içinde başka güçler de var mıydı?
Rusya 1812 sonbaharında başa çıkılmaz bir düşmanla karşı karşıyadır: Napoléon Bonaparte'ın Büyük Ordu'su. Rus şehirleri Fransızlara birer birer teslim olmuş, İmparatorluğun kalbi Moskova'yı kurtarmak ancak bir mucizeye kalmıştır. Bir grup üst rütbeli Rus asker, son çare olarak Opriçniki adı verilen, Hıristiyan Avrupa'nın uzak köşelerinde efsane olmuş on iki savaşçının yardımına başvurur.
Sadece geceleri ve yalnız başlarına savaşan çete, koca bir savaşın kaderini değiştirir. Ancak Yüzbaşı Aleksey, çetenin yolu üzerindeki ölüm haberlerinden şüphelenir. Asıl karabasanın henüz başlamadığını kısa sürede anlayacaktır.

Oniki, Jasper Kent tarafından yazılan, 2008 yılında yayımlanan kitap. Beş kitaplık bir seridir. Danilov Beşlemesi olarakta bilinir. Oniki bu serinin ilk kitabıdır, aynı zamanda en bilinenidir.
Kitabın türü için tarihi-fantastik kurgu diyebiliriz. İçinde korku ve gerilim öğelerini de bulundurmakta.
Kitap, Napolyon’un 1812 yılında Rusya’yı işgal etmesiyle başlıyor, Moskova işgalini ve sonrasını da anlatıyor. Bu tarihi olaya fantastik öğeler eklenmiş. Ön planda savaş olsa da arka planında aşk, ihanet gibi konular da işleniyor. Ben sevdim.

"Bir rüyanın kâbus olup olmaması, içerik meselesi değil, ruh hali meselesidir."

"Bir yalanı saklamak için de en iyi yer, gerçeklerin arasıydı."

"Eğer hiçbir şey yapmamak iyi bir plansa,
'bir şeyler' yapmak daha iyi bir plan olmalı,"

"Geri gelecek misin?"
"Tabi," diye yanıtladım,ama aslında hiçbir askerin böyle bir soruya kesin bir cevap veremeyeceğini gayet iyi biliyordum."
 

Bu Vatan Böyle Kurtuldu - Erol Mütercimler

Bu vatan nasıl kurtuldu?  Bugün bu soruyu sorup yanıtını vermek çok kolay. Oysa 1920’lerin koşullarını hayal ederek yaşamaya çalışalım, bakalım neyle karşılaşacağız!
Anadolu İngilizlerin kışkırtmasıyla Yunanlıların işgali altında. Üstelik, uluslararası kurallara aykırı olarak, kadınların kızların ırzlarına geçiliyor, her yer yağmalanıyor, yakılıyor, yıkılıyor, camilerde ezanlar okunamıyor... Savaşacak silah ve cephane yok, yiyecek yok, giyecek yok, para da yok... Demiryolları işgal altında, karayolu da yok.
Türk milleti bu koşullarda mucize yarattı. Silah yaptı, cephane üretti, işgal altındaki İstanbul’da silah depolarını soydu, subayları Anadolu’ya kaçırdı. Tüm bunları da İstanbul-Trabzon-Batum-Novorosisky-İnebolu iskeleleri arasında yaptı. Ölümden korkmayan, ölümü yenen sivil resmi bahriyeliler ile Anadolulu, Kastamonulu ve İnebolulu Türk kadınlarıyla başardı.Türk kadınlarının inanılmaz azim ve kararlılıkları bu memleketi kurtardı. Kar kış demediler, kağnıların arkasından gittiler. Dondular, yollarda öldüler ama yorganlarıyla, kazaklarıyla mermileri sardılar... Çocukları öksüz kaldı, yetim kaldı ama “bu vatan kurtuldu”. Bu kitap, Gazi Mustafa Kemal’in askerlerinin, İpsiz Recep’in, Topal Osman’ın, Bandırma’nın kaptanı İsmail Hakkı’nın ve Erzurumlu Kara Fatma, Selanikli Ayşe, karşılıksız aşkın kurbanı Selanikli Fikriye gibi kadınların mucizesini anlatır... Onlar bizim için öldüler...   Bu kitap, bu vatanı kurtarmak için ölenlerin öyküsüdür.

Kurtuluş Savaşı'nın hem kara safhasını, çoğunlukla deniz safhasını, siyasal olayları kaynaklara dayandırarak kaleme alan Sayın Erol Mütercim, bu vatanın nasıl kurtulduğunu, bize nasıl emanet edildiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Altı çizililer ise şöyle:
"Biz aklıyla değil duygularıyla düşünen bir milletiz. Dolayısıyla düşünemeyen ama tepki gösteren, sevgisi, öfkesi abartılı olan bir toplumuz. Sıradan lig maçının sonucuna sevinir, silâhı çeker balkonda oynayan beş yaşındaki çocuğu öldürürüz. Birlikte olduğumuz, yaşadığımız, aşık olduğumuz kadını öldürürüz. Sorarlar "çok seviyordum" deriz. Sevdiği kişiyi öldüren tek milletiz !!"

"Türk denizcilerini ayakta tutan tek güç bağımsızlıga duyulan özlemdi. Bir de Kuvayı Milliye ruhu."

"Şu anlaşıldı ki, "Ulusal direnişi İstanbul'dan değil, Anadolu'dan yönetmek" gerekiyordu."

"Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm! Gazi Mustafa Kemal Atatürk"

"Sultan Aziz döneminde Fransa ve İngiltere'den  sonra dünyanın en güçlü üçüncü donanması sayılan Osmanlı donanması, Sultan Abdülhamit'in tahttan indirilme korkusu ve İngilizlere şirin görünme kaygısı yüzünden Haliç'e hapsedilmişti. Kısa sürede çürümeye başlayan gemiler Balkan Savaşı'nda hiçbir varlık gösteremediler."

"Asıl mücahit Türk kadınlarının inanılmaz azim ve kararlılıkları bu memleketi kurtardı. Kar kış demediler, kağnıların arkadasından gittiler. Dondular, yollarda öldüler ama yorganlarıyla, kazaklarıyla mermileri sardılar... Çocukları öksüz kaldı, yetim kaldı ama "bu memleket kurtuldu; bu vatan kurtuldu."

Atatürk Gibi Düşünmek Celal Bayar

Bu kitap yıllar önce yazıldı.
Bu yıllar öncesi toplumun koşullarına, Atatürk'ün metodolojisi ile çareler soruşturulmuştur.
Bugün, eğer bazı yargılar eskimiş; varılan bazı sonuçlar, yeni biçimlere bürünmüşse, doğaldır! Ulaşacağınız yer, davrandığınız yere göredir!. Yoksa, Atatürk metodolojisinin yanılma payı, yok denecek kadardır!
Atatürk'ün Devlet değerlendirmesi; Devletin, toplumu yönetip, yönlendirdiği gerçeğine dayanır. Demokrasi'yi. -Batı gibi- toplumun Devleti oluşturup yönetmesi biçiminde değil; Devletin, halkın rızası ile (seçim) toplumu yönetmesi biçiminde algılamıştır. Gerçi bu düşünce, Batı'nın Demokrasiye koyduğu modele uymaz ama, sınıfsız Doğu toplumlarının tamamına uygun düşer! Bugün, (1998) içinde çırpındığımız sosyal ve politik çalkantının kaynağı, Türkiye'de uygulanan "çoğulcu ve katılımcı Demokrasi" modelidir. Sınıfsız bir sosyal ortamda, sınıflı toplum modelinin işleme konulması, kargaşadan başka bir sonuç vermesi beklenemez!
Dün olduğu gibi bugün de sıkıntımız, Atatürk Metodolojisinden uzak düşmemizdir! Köprüden geçeceğimize, körfezi dolaşıyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)

Celal Bayar kitabında yakın tarihimize ışık tutmaktadır ülkemizin kurtuluşunu batı da ve batılı değerlerde arayanlara karşılık Bayar çözüm olarak Atatürk'ün metodolijisini önermektedir. Tek partili hayat sonrasındaki Türk siyasal tarihi değerlendirmesi sebebiyle Türk siyaset tarihi meraklılarının okuması gereken bir kitap. Ayrıca Türkiye’de neden Marksizm’in gelemeyeceğini, gelmemesi gerektiğini de bu kitapta bulmak mümkün.

"Atatürk olmak mümkün değil ama Atatürk gibi düşünmek mümkündür."

"Çünkü Atatürk bir kalıp değil, bir gerçekçilik, bir akılcılıktır. Bilim, deney ve akıl çizgileri içinde bağımsız bir metodtur."

"Teferruatta bütünü, bütün de teferruatı gören bu düşünce biçimi, Atatürk metodolojisidir. Bu metodolojiyi ne kadar iyi biliyor, ne kadar iyi kullanıyorsak, o kadar iyi Atatürkçüyüz kanaatindeyim."

Zafer, "Zafer benimdir!" diyebilenindir. Başarı, "Başaracağım!" diye başlayanın ve "Başardım!" diyebilenindir.

Tanrılar Susamışlardı - Anatole France

Anatole France'nın 1912'de yazdığı Tanrılar Susamışlardı'da Fransız devrimcilerin terör uyguladıkları dönemin bir tablosu çizilir. Giyptin sürekli işler ve devrim kendi çocuklarını da yemeye başlar. Robespierrwe, burjuva sınıfının tam egemenliğini kurabilmesi için terörün gerekli olduğuna inanır ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik savaşında devrimin susamış Tanrıları sel gibi kan akıtırlar. France, bu romanıyla Fransız Devrimi'ne özellikle terör uygulamasına karşı kişisel düşüncesi ve tavrını da ortaya koyar; aşırılıklar yanında yıkımı da getirir.

Fransız Devrimi sonrasında yaşanan sefalet ve idamların anlatıldığı kitabımızın kahramanı  Evariste  Gamelin, annesine karşı hayırlı bir evlat, çevresindeki her insana karşı aşırı merhametli,  fakir bir ressam  ve de  koyu bir vatanseverdir.  Taa ki yargıç oluncaya kadar. Devrim aşkıyla görevini her şeyden üstün tutmakta, mahkemeye çıkan insanların suçlu olup olmamasına bakmadan  onları giyotine gönderilmektedir.  Ama devran  öyle bir dönecek ki...

Alıntılar ise şöyle:

 "Erdem insanın doğuşundadır; bunun tohumunu ölümlülerin yüreğine Tanrı ekmiştir dedi."

"Hainler kazanınca yasalar işlemez olur."

"Bu vatanı ancak giyotin kurtarır!"

"Kahramanları yaratan cesaretten çok korkudur."

"Bilmemek insanlığın mutluluğu için elzem bir koşuldur.bilmemek huzurdur. mutluluğumuz da bu yanılsamada yatar."

"Hükümet, halkın hukukunu çiğnediğinde, ayaklanma, halk için ödevlerin en kutsalı ve en zorunlusudur."

"Cinayet bir doğa kanunudur.O yüzden ölüm cezası da Erdem yada adalet adına değil,zaruret ya da yarar sağlaması söz konusu olduğunda meşrudur."

"Eski rejimin yıkılışına üzülmüyorum. Ama bana Devrimin eşitlik getireceğinden de söz etme, çünkü insanlar, hiçbir zaman eşit olamayacaklardır, bunun olacağı yoktur, ve bana sorarsan ülkeyi boşuna altüst ediyorlar, yer yüzünde her zaman büyükler ve küçükler, şişmanlar ve zayıflar olacaktır."

"Tanrı 'ya kötülüğü önlemek istiyor da bunu başaramıyor, ya başarabiliyor da önlemek istemiyor, ya ne başarabiliyor ne de istiyor, ya da istiyor hem de başarabiliyor. Eğer istiyor da önleyemiyorsa güçsüz demektir; eğer yapabilip te istemiyorsa ahlakı bozuk demektir. İstiyor ve yapabiliyorsa neden kötülüğü önlemiyor, Peder?"

"Gerekirse kanlar içinde boğulalım, yeter ki vatan kurtulsun."

14 Nisan 2024 Pazar

Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları - Hulusi Turgut

Çok genç yaşta Atatürk´ün silah ve mücadele arkadaşı, vefatına kadar da onun en güvendiği dostlarından, sırdaşlarından olan Kılıç Ali, kendi gözünden ve kendi yaşadıklarından, tanıklık ettiği olaylardan yola çıkarak Kurtuluş Savaşı ve sonrasını anlatıyor... Asıl adı ASAF olan KILIÇ ALİ'nin oğlu Altemur Kılıç´ın gün ışığına çıkardığı belge ve anıları, gazeteci-araştırmacı Hulûsi Turgut derledi.
Ben, sözünü edeceğim olayları tarihtir diye anlatmayacağım. Bu, gelecek nesillerin işidir. Benim yazdıklarım tarih gerçeklerini aydınlatacak bir kaynak olursa ne mutlu bana.
İstiklal Savaşını merak edenlerin, ilk ağızdan anlatılan anıları dinlemek isteyenlerin mutlaka okuması gerekli olan bir kitap. Kitap dört bölümden oluşuyor. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Cumhuriyet ve Devrimler, İstiklal Mahkemeleri ve İzmir Suikastı ile Mustafa Kemal Atatürk. Son bölümde ise fotoğraflara yer verilmiş.
Kitabın başında Kılıç Ali'nin oğlu Altemir KILIÇ'ın  yazdığı önsöz niteliğinde bir bölüm var.  Buradan Kılıç Ali'nin  asıl adının Asaf olduğunu öğreniyoruz.

Kitaptan akılda kalan satırlar ise şöyle:

Karşısında yer göstermişti. Önündeki kağıdı uzattı. Bu, benim kısa bir özgeçmişimdi.
Ve ismi karşısındaki, asıl adım Asaf Tevfik silinmiş, onun yanındaki, Harbiye'nin geleneği gereği nüfusa kayıtlı olduğum Beşiktaş'ın Kılıç Ali semt adı kalmıştı. Beğendiği bir şeyi yaptığı zaman gözlerini daha da renklendiren bakışı üzerimde dolaştı:
"Artık Asaf Tevfik yok . . . Sadece Kılıç Ali var . . . Ne güzel isim . . . Malumundur ki, Hazret-i Ali'nin diğer adı da Kılıç'tır. Hem de Allah'ın keskin kılıcı . . . Böyle bir birleşme olur da insan Asaf'ı falan nasıl taşır? Hele senin gibi savaşmış bir asker olursa . . . "

"Sıra, bağımsız statü ile Fransız mandasına terkedilecek Antakya-İskenderun'a gelince yüzüme uzun uzun baktı. Paşa'nın yanında gülemezdim. Nasıl oldu bilmiyorum ağlamaya başlamıştım...
 Bakışları üzüntü ve sevgi doluydu.
 O tarihlerde çeketin üst cebinde taşınan beyaz mendilini çıkardı ve zannederim, evet zannederim, hatta ısrar ederim, gözyaşlarını belli etmemek için güldü :
 ''Al sil şu gözyaşlarını çocuk !.. Gerek yok buna. Hepsini karışına kadar geri alacağız. Önce şu işgali başımızdan defedelim. Yunan'ı ezmek için güneyde rahat etmeye ve o topraklara sahip olmaya mecburuz.''
  Rahatlamıştım.
 Neyin, ne zaman, nerede yapılacağını kim O ' nun kadar bilebilirdi ki ..."

"Atatürk'ün sofrasında yapılmayan, yapılmasına izin vermediği tek şey dedikodu idi."
  
Gazi, ''Halkın kurtardığı Türkiye devletinde diktatörlük yoktur, olmayacaktır, çünkü olamaz'' diye bağırıp dururken, muhalif grup üyeleri Gazi'yi  önüne geçilmez korkunç bir diktatör olarak tasvir ediyor, Gazi aleyhinde haksız ve insafsız propagandalar yapıyorlardı.

"Bir öğretmen bir başka soru soruyordu:
"Paşam, din gerekli bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur? "
Atatürk yine sakin bir tavırla bu soruyu da cevaplandırıyordu:
"Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir.
Dinden maddi çıkar sağlayanlar menfur kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Din ticareti yapan bu gibi insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele ettiğimiz ve edeceğimiz bu kimselerdir.
Hilafete gelince; işin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan bana hilafet teklifleri gelmiştir. 'Siz halife olunuz' demişlerdir. Ben bu tekliflere daima gülerek cevap verdim. Hilafet gereksiz, hatta zararlı bir kurum haline gelmişti. Bundan beklenilen amaçlar gerçekleşmemiştir. Dünya Savaşı'nda gördük: Müslümanlar halife ordularına karşı savaştılar. Halife ordularını Suriye' de arkadan vuranlar oldu. Bunlar aynı halifeye
karşı, gönderilen Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilafet yararlı konumunu korusaydı, İslam dünyasının buna sahip çıkması, saygı göstermesi gerekirdi. Dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek gerekir. Birincisi ne kadar yararlı ise, ikincisi o kadar gereksiz olmuştur. Hilafeti kaldırdığımız günden beri kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyanın halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?"

"Kut-ül Amare Muharebesi'nde esir edilen Ingiliz Generali Townshend, 12 Haziran 1922'de Adana'ya gelmiş, oradan Istanbul'a geçerken Konya'ya uğrayarak, Batı cephesi karargâhından dönen Mustafa Kemal'le buluşmuştu.
Uzun uzun konuştular. Townshend, ayrılırken, Türk Başkumandanına şöyle dedi:
"Ben sizi Napolyon'a benzetiyordum. Hayır! Tam değil... Belki kesin kararlılığımız, strateji debanızla onunla rahatça mukayese edilebilirsiniz. Ama siz öyle başkalıklar var ki, şu anda kararımı verdim: Her büyükten bir parça almış bir büyüksünüz!.."

"Atatürk,  Mussolini ve Stalin mareşal üniformasını giydikleri zaman, ''  Üniformayı giymek kolay, fakat onu taşımak güçtür ''  demişti."

"Cumhuriyetimizin, milletin ruhundan kaynaklanan prensiplerimizin bir bedenin ortadan kaldırılmasıyla zedeleneceğini  düşünenler, çok hafif beyinli zavallılardır. Bu gibi zavallıların,Cumhuriyet'in adalet ve kudret pençesinden hak ettikleri cezayı almaktan başka nasibeleri olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti, güvenlik ve mutluluğunu zemin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir."

“Arkadaşlar bu rakıyı vaktinde padişahlar da içerdi.Onlar da her türlü eğlenceyi yapardı.Yalnız aramızdaki fark, onlar saraylarının dört duvarı arasına gizlenip müraice içerlerdi.Ben ise Aziz milletimin huzurunda yapıyorum ve şerefimle içiyorum.”

Bir gün Salacak ile Harem arasında motor gezintisi yapıyorduk. Atatürk, Salacak'ın çorak sırtlarına bakarak dedi ki:
"Şu sırtlara şimdiden çam fidanları dikseler, zamanla orman haline gelir. Memlekete girenlerin gözlerine güzel bir manzara çarpmış olur."
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yakın dostumdu. Kendisini çok severdim. Atatürk'ün bu arzusunu hemen naklettim. O da on, on beş gün içinde sırtları ağaçlandırmaya başladı. O günlerde tesadüfen yine aynı yerden motorla geçiyorduk. Ağaç dikme faaliyetini gören Atatürk, bana sordu:
"Ne o? Sırtlarda bir faaliyet var Kılıç?"
"Galiba ağaçlandırılıyor efendim" deyince yüzüme tebessümle baktı:
"Bak bak şuna. Aferin sana çocuk"

Büyük Taarruz sırasında tutsak edilen General Trikopis,General Digenis ve diğer tutsaklar Uşak'ta karargah olarak kullanılan bir evde(şimdi müzedir) Gazi'nin huzuruna çıkarılır ve Gazi bu yenilgileri tarihte örnekleri olduğunu görevlerini yapmış iseler vicdanen rahat olmaları gerektiğini söyler.Sonra harita üzerinde bazı eleştiriler yapar:"Şurada bir fırkanız vardı.Niçin onu şuraya almadınız?Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?". Bu konuşmadan sırasında bir fırka kumandanı yanındaki subaya usulca sormuş: "Bizimle konuşan bu general kimdir?". "Başkumandan Mustafa Kemal!". "Niçin yenildiğimizi şimdi anladım. Bizim Başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!".

Bir köylüyü Atatürk’e küfrettiği için mahkemeye vereceklerdi. Atatürk’ün iznini istiyorlardı. Atatürk sordu:
“ Ne yapmışım ben?”
“ Gazete kağıdına sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş, eli yanmış, ‘Alsın bunu, içsin bakalım’ demiş, küfretmiş!”
Atatürk bunları söyleyen bakana sordu:
“ Sen hiç gazete kağıdına sarılmış sigara içtin mi?”
“Hayır” cevabını alınca dedi ki:
“ Ben Trablusgarp’ta içtim. Bilirim, pek berbat şeydir. Köylü haklıdır. Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin ediniz!”

"Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde, güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu."

"Büyük bir insanın, büyük bir inkılapçının, büyük bir dayanağın zamansız olarak hastalanması hepimiz için büyük bir acı ve büyük bir talihsizlikti. Bütün bir dünyanın bir deha olduğunda ittifak ettiği o büyük insan hastalanmış ve hiçbir zaman korkmadığı ölümle karşı karşıya gelmişti."

Durum ne olursa olsun, artık hiçbir şey önemli değildi.
Çünkü artık Atatürk yoktu.